Başbakan Ahmet Davutoğlu 5 Şubat 2016’da Mardin’de “Master Eylem Planı”nı anlattığı sırada ülkede vaziyet ve manzarayı umumiye şu şekildeydi: Cizre, Sur ve Silopi’de sokağa çıkma yasakları sürmekle birlikte, Türkiye Kürdistanı’nda 7 kentin 20 ilçesinde 56 kez ilan edilen sokağa çıkma yasakları toplamda 362 günü bulmuş, TİHV Dokümantasyon Merkezinin verilerine göre, 16 Ağustos 2015’te ilan edilen ilk yasaktan 5 Şubat 2016 tarihine kadar 42’si çocuk, 31’i kadın, 30’u 60 yaş üstü en az 224 sivil öldürülmüştü. Aşırı stres ve korkuya bağlı olarak birçok kadının bebeğini düşürdüğü ifade edilirken, sokak ortasında birçok cenazenin durduğu raporlara geçmekteydi. Cizre’de vahşet bodrumunda bekleyenlerden 7 kişinin öldüğü ifade edilirken 14 gündür kurtarılmayı bekleyen 24 kişinin akıbeti bilinmemekteydi. Bodrumdaki yaralılar kurtarılmadan Cizre’nin Cudi mahallesinde aralarında yaralıların da olduğu 37 kişinin mahsur kaldığı eve düzenlenen saldırı neticesinde çıkan yangında da 9 kişinin öldüğü haberleri ajanslar tarafından geçiliyordu.
Yukarıda sadece küçük bir bölümünü verdiğim manzarada Başbakan Davutoğlu’nun geçmiş yıllarda benzerini çok gördüğümüz “paket” ve “plan” serenadını dinledik. Dolayısıyla konuşmasında Kızıltepe’de güneşin batmasından bahsederken bir an Ahmet Haşim’in “Bir Günün Sonunda Arzu” şiirini okuyacağını zannedecek oldum. Rasyonel çözümler bekleyen bir ülkede baştan sona fazlasıyla romantik bir konuşma… Her cümlede evrensel sevgiye, sıcak kucaklaşmaya dair sıralanmış sözcükler… Sanırım bunca ölüm, yıkım ve göç yaşanmıyor olsaydı bu konuşma pek etkileyici olurdu. Ama ne yazık ki bu açıklamaların bu ateşe dökeceği bir suyu yok…
Kürtlere 100 yıl kaybettirmek
Aynı şekilde konuşmada Kürt, Arap, Süryani gibi Mardinî farklılıklara yönelik tek bir anayasal güvence sunmadan Mardin’i “Birleştirici ruhun ta kendisi” görüp bu farklılıkların kendilerini ortak yönetmesini amaçlayan “özyönetim” ve “özerklik” gibi çağdaş idari sistemleri “feodal düzen” olarak nitelemek tam bir çelişki olarak sırıtıyor. Bunun yanında tarihi miras olarak “anasır-ı İslam”a atıfta bulunmak adına; Kuddül Amara’dan girip Selahattin Eyyubi’ye değinip İdrisi Bitlisi’ye ulaşıp bu tarihi Kürt şahsiyetlerin torunlarının ulusal haklarına sırt çevir… “1071’in birleştirici ruhu”na methiye dizip 1071 zaferini getiren Silvan ve Amediye’den Türklere yardıma giden Kürt savaşçıların torunlarına vefasızlık yap… Nerden bakarsak bakalım tam bir tutarsızlık… Dolayısıyla geçmişte yine “anasır-ı İslam” deyip Kürtlerin başlarına neler getirildiğini herkes çok iyi biliyor. Kürtlerin kaybedecek bir yüz yılı daha yok.
Kürtlerin ve Ortadoğu’nun gerçekliğinden kopuk ve reel politikada hiçbir karşılığı olmayan bu romantik sunumdan sonra Başbakan Davutoğlu 10 maddelik bir eylem planı açıkladı. Burada Kürtlerin acil olarak beklediği şey, çatışmaların durması ve Cizre’deki yaralıların kurtarılmasıydı. Ama anlaşıldığı üzere; Kürtlerin gündemi ile Hükümet’in gündemi birbiriyle örtüşmüyor. Eylem Planı’ndaki 10 maddeye bakıldığında; bu çatışmalı sürecin daha süreciğini, Hükümet’in sorunu ekonomik adımlarla çözebileceğine inandığını, atanmışların (Vali, Kaymakam) Kürtler üzerinde daha çok yetkilendirileceği, Kürt halkının seçilmişlerinin tanınmayacağını ve Kürtlerin anasır-ı İslam’ın bir ferdi olmasından hareketle “Osmanlıcılık” içinde eritileceğini fark ediyoruz.
Kürtlere “sus payı”
Burada birkaç noktayı açalım:
Bir, kamu düzenini sağlamak için bu kadar tankın topun kullanılmasının para etmeyeceği geçmişin siyaset çöplüğünde kendini bulan şahsiyetlerin itiraflarında mevcuttur. Bu yol, çıkar yol değildir.
İki, demokratik reform sürecinden bahsedildiğinde Kürtlerin otonomi taleplerine kulağınızı tıkayıp en çağdaş sistem olan “özerklik” için “feodal düzen” derseniz size dünyadaki örnek sistemlerin nasıl olduğunu teker teker anlatmak icap edebilir.
Üç, yaraları sarmak adına yapacağınız seferberlik bu çatışmalar sürerken ancak “bir askerin bir Kürt çocuğuna verdiği şekerin günlerce medyanızda kullanılıp psikolojik harbe dönüştürülmesi”nin adı olur.
Dört, esnafa ve çiftçiye prim borcu ertelemesinden bahsedip Kürtlere “Kiralarınızı biz ödeyeceğiz” demek ancak ve ancak Bedizüzzaman’ın deyişiyle “bir rüşvet ve hakk-ı sükut (sus payı)” olabilir.
Beş, istişare meclislerinden bahsederek “Muhatap milletin ta kendisidir” deyip Kürtlerin ezici bir çoğunluğunun oy verdiği bir iradeyi tanımamanınız konusunda konuşmak bile istemiyorum.
Altı, bütün bunların üstüne Neo-Osmanlıcılık hayalleri adına “Ayağa kalkın ve birleşin”, kime karşı? “Haçlı, Moğol, sömürgecilere karşı”.
Yapmayın Sayın Başbakan’ım, güleceğim yok!
Sonuç olarak Türkiye’de başta Kürtler ve Türkler olmak üzere tüm farklılıklarla bir arada, barış içinde yaşamak mümkündür. Buna inanmamız için fazlasıyla neden var. Ama öncelikle devletin Kürtleri bir “ulus” olarak görüp Kürtlerin ulus olmaktan kaynaklı tüm haklarına saygı duymalıdır. Acı olan nokta da “Eylem Planı” denilen bu paketle birlikte ölmeye devam edeceğimiz. Yazık! (İG/HK)