Türkiye seçimin hemen öncesinde boy göstermeye başlayan ve artarak devam edeceğini öngörebileceğimiz bir gerginlik ortamının içine sürüklendi. Ülke genelindeki elektrik kesintisi, Savcı Kiraz’ın ölümüyle sonuçlanan DHKPC [Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi] eylemi ve polis operasyonu, ardından İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne düzenlenen silahlı saldırı, Ağrı’da yaşananlar, Halkların Demokratik Partisi'nin (HDP) muhtelif örgütlerine saldırı, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) İstanbul Sarıyer ilçe örgütüne yapılan son saldırı... Evet, seçim startı verilmiş, müzakere-çözüm süreci ise durmuş görünüyor.
Daha önce bu kadarı görülmemiş elektrik kesintisinin ardından yapılan açıklamalarda siber saldırı ihtimalinden söz edildi. Hatta başbakan Davutoğlu ilk yorumunda "terör saldırısı şüphesi" üzerinde durduklarını belirtti. Ardından gelen diğer olaylarla beraber, bir süredir çıkmasa da lügatimizde mevzi kaybetmiş olan “terör” sözcüğünün nasıl yeniden ve hızla siyasetçilerin diline sirayet etmeye başlamadığını içimiz sıkılarak izliyoruz. Davutoğlu çok sert bir dille "terörü ve teröristleri" kınarken, daha önceki seçimlerin aksine artık mağdur dili kullanmıyor ve olası tehlike ve risklere karşı hazırlıklı ve her tür önlemi almaya hazır bir “Başbakan” edasıyla konuşuyor. Korunması gereken artık bir iktidar var. Mağduriyet dönemi bitti.
Oysa Türkiye Newroz’da bir barış havasına bürünmüş, baharın geliyor olması duygusuyla bütünleşen bu beklenti içimizde bir umut yeşertmişti. Bu işin mimarı denilen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu süreçle ilgili estirdiği olumsuz hava sonucunda, bayrağı sürükleyen HDP’nin oylarındaki artış dikkat çekiciydi. Ancak bu da komploları süreklilik kazanacak şekilde gündemimize soktu. HDP sözcüleri sıklıkla olası komplolardan bahsetmişlerse de insanların kulaklarına girmedi bu sözler. Ama şimdi ne denilmek istendiği daha iyi anlaşılıyor ve komploların hedefi belirginlik kazanıyor.
Barışa omuz vermeyen ve ondan nemalanamayacak güçler, barış destekçisi olarak güçlenmek yerine, ülkeyi tekrar huzursuzluğa itip kurtarıcı olarak güçlenmek veya en azından oylarını korumak istiyorlar. Bu mahallenin aşık delikanlısının sahte adamlara kendini dövdürtüp, kızı kurtararak kahraman olma çabası senaryosunu biliyoruz. Bu şekilde önce ülke insanını korku tüneline sokup çıkardıktan sonra sandık başlarına göndermek, elinde koz namına bir şey kalmamış gibi duran hükümet için de uygun olabilir. Gerçekten de bakıyoruz Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) "terörle mücadele"yi ciddi bir söylem aracına dönüştürüyor.
Daha önce Kalkınma ve Adalet diyen, sonra mağdur siyasetine geçen AKP şimdi de (tıpkı bir dönem ANAP [Anavatan Partisi] gibi, sonra Saadet Partisi gibi) “huzur ve güven” demekte. Bildirgelerine de damgasını vuran bir kavram “Güven” ve “İstikrar”: Kısaca AKP vatandaşın korkusuna oynuyor.
Müzakere sürecinde kaybettiği mevziiyi yeniden kazanmasına yol açabileceği umulan bu süreci AKP açısından ele alalım. Öncelikle AKP’nin şimdiye kadar “kalkınmacı” ve “geleceğin Türkiyesi” kurgusuna dönük hamleler ve hep belirsiz bir düşmanın mağduru olarak tanımlanan siyasal aktör olma halleri, yerini bu korku siyasetine bırakmış görünüyor.
Bu süreçte barıştan yana olan güçlere ders verilip, iç güvenlik paketine, Başkanlık sistemine güven ve istikrar laflarıyla daha güçlü bir meşruiyet kazandırılmaya çalışılacağı açık. Ayrıca bu tür söylemlerin AKP’nin kendi tabanındaki hızlı kaymaya karşı bir konsolide etme etkisi de var. MHP’nin yükselişine de bir katkı sunacağı kesin, ama öte yandan belirli kesimlerde de AKP’ye olan güven o kadar zayıfladı ki, bu oyunlar karşılığını bulmuyor.
AKP tabanında, yaşanan bu eylemlerin ve buna karşı hükümetin geliştirdiği terör söylemlerinin etkisiyle, laik kesimlere bakış yeniden sertleşebilir kolaylıkla. DHKPC örgütünün düzenlediği neden yapıldığı belirsiz ve hiçbir zemine oturtulamayacak eylemde Berkin Elvan’ın adının geçmesi, Gezi olayları da dahil eski hafızaları harekete geçirdi.
Nitekim Kılıçtaroğlu’nun savcı Kiraz’ın ailesine taziyeye gittiği sırada halktan aldığı tepkileri düşününce, Gezi sürecinde çapulcular olarak kodlanmış olan kesimlere duyulan tepkiler, AKP’ye oy verecek kesimler açısından hükümete dönük beklentiyi güçlendirebilir ve yeni bir parti arayışının yerine güven duyduğun eski parti duygusuna bırakmasına neden olabilir. Öte yandan HDP’nin barış hamlesi ile değişimi, demokratik Türkiye’yi çağrıştıran siyaset dilini de kadük eden girişimler bunlar.
Gerçekten Türkiye’nin şiddet ve gerilimden bıktığını en iyi Özgecan Arslan’ın zalimce öldürülüşüne karşı verilen tepkide gördük. Özgecan’ın ölümü herkesi çok sarsmış ve şiddetin günlük yaşamımızın sıradan bir parçası haline gelişine isyan ettirmişti.
Özgecan Aslan herhangi bir orta sınıf genç kadındı. Onun ölümünün ardında, işsiz alkolik bir koca falan diye giden ve ne yazık ki kamuoyunun kanıksadığı bir öykü yoktu. O herhangi birinin kızı, sevgilisi, arkadaşı olabilirdi ve herhangi biri gibi dolmuşta gidiyordu. Bu nedenle pek çoğumuzu ayaklandırdı. Şiddete karşı toplumsal tepkimizin de bir sembolü oldu. Ülkede huzursuzluklardan kaçışın ciddi göstergeleri var.
Peki diyelim ki bu saldırılar provokasyon değil. Hiçbir durumda kulak arkası edilemez ve elbette bu tür yöntemlere başvuranlarla mücadele etmek gerekir. Peki, mücadelenin tek biçimi güvenlikçi yönetim ve polis devlet midir? Günümüzde siyaset ölümden ve ölüm korkusundan değil yaşamdan yana bir siyaset ise olmalıdır.
Yaşam siyaseti ise korkulardan beslenen bir güvenlik arayışını temel almaz, ancak toplumsal barış ve demokrasiyi hedef göstererek hem güvenliği hem de özgürlüğü aynı anda desteklemelidir.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) bu yönde çekingen de olsa adımlar attığını görmek gerçekten umut verici. HDP ise bu yönelimi siyasal alanda güçlendiren en önemli aktör.
Ama asıl değişim tüm partiler ve siyasal hareketler açısından seçimden sonra başlayacak gibi görünüyor. Bu yarışta yaya kalacak olansa korku-güvenlik siyasetine sarılan AKP olacak, çünkü bu kendisini değil MHP’yi büyütüyor görünüyor. (BY/HK)
* Doç. Dr. Betül Yarar, sosyolog, Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi.