Abime ve bana çocukken satranç öğreten kuzenlerim Vassilis ve Kostas Kiracopulos'a teşekkürlerimle
Öyle bir diyar hayal edin ki gelinlerin çeyizinde satranç takımı olsun...
Öylesine bir memleketi gözünüzün önüne getirin ki başkentinde satranç sarayı olsun, köylerinde bile küçücük yaşlarında çocuklar satranca alıştırılsın...
Öyle bir ülke tasavvur edin ki orada ebeveynler nesiller boyunca kız evlatlarına satranç şampiyonlarının adlarını versinler...
Öyle kadınlar düşünün ki erkeklerin tekelindeki bir branşta olağanüstü başarı göstersin, hatta onlarla masada karşılıklı oturarak onları çatır çatır yensin...
Öylesine büyük bir başarı tahayyül edin ki hem dünya şampiyonalarında, hem de olimpiyatlarda 30 sene boyunca dört kadın satranç evreninde hâkimiyet kursun...
Öylesine minnet ve hürmet duyguları düşleyin ki o kadınlar ülkelerinde kahraman mertebesine yükseltilsinler, adları sokaklara, meydanlara, okullara verilsin, heykelleri dikilsin...
Mevzu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğini (S.S.C.B.) oluşturan geniş coğrafyada, Gürcistan gibi nispeten küçük bir ülkeden çıkan satranç ustaları Nona Gaprindashvili, Nana Alexandria, Maia Chiburdanidze, Nana Ioseliani'nin icraatı.
Yine Gürcistanlı bir kadın sinemacı Tatia Skhirtladze'nin elinden çıkma Sen çok yaşa kraliçe (Glory to the queen) başlıklı 2020 yapımı belgesel, kahramanlarına saygı duruşunda bulunurken dört satranççı kadına ayrı ayrı hayran olmamızı sağlıyor.
Son yıllarda Türkiye'de ucuz iş gücü olarak görülen komşu ülkelerden Gürcistanlı kadınlar mazilerindeki bu altın sayfayı asla unutmuş değiller ve idollerine minnet duyguları içindeler.
Son zamanlarda bazıları için kabak tadı vermiş, kadınların yok sayıldığı, gözardı edildiği, hatta aşağılandığı alanlarda gizli kalmış başarılarına dair bir belgesel daha deyip geçmeyin; ne de olsa kadınların yüzyıllarca sürmüş olan suskunluğuna tam da günümüzde son verilmekte. Ayrıca dizginleri tamamıyla ellerine almalarının da tam zamanı.
Ağaç yaşken eğilir
Kimisi beş, kimisi dokuz yaşında satrancı öğrenmiş olan kahramanlarımız gezegen çapında başarı kazanmış olmalarına rağmen film boyunca mütevazı tavırlarıyla dikkat çekiyor. İlk şampiyonluğunu kazandıktan sonra eve dönen bir tanesinin babası:
"Sakın kibirli olayım deme!" diye onu uyarıp alçak gönüllülüğün önemine parmak basıyor.
Kariyerlerine fazlasıyla vakit ayırdıkları için aileleriyle zaman geçiremediklerinden, birinin oğlu, "Neyse ki küçükken annemden değil de satrançtan nefret etmeyi bildim" diyor.
Sovyet propagandasına ister istemez alet olduklarından, arşiv filmlerinin birinde ideal eş rolünde birini kocasına özenerek yemek pişirirken görüyoruz: "Asla yemek pişirmezdim!" diyor.
Batı dünyasına sık sık gidip gelmeler sonucunda oğlunun kot pantalon ve mokasen ayakkabı giyiyor olması komünist rejimin gözünden kaçmış olsa gerek.
Belgeselde satrancın uzun yaşama coşkusu verdiği, karşılaşmada kaybeden taraf olsa da oynarken satranç ustasının kendini mutlaka iyi hissettiği, kazanılacak derecenin asla mühim olmadığı kahramanlarımızca ifade ediliyor.
Çoğunun yarışmacı olarak kariyerleri bitmiş olsa da bir zamanlar rakip olan dört muhteşem kadın dostluklarını ihtimamla sürdürüyor. Hepsinin ayrı ayrı ilgi alanları var; her neyle ilgileniyorlarsa bunu büyük özenle yaptıkları belli.
Ülkeleri adına kazanmaya endeksli oldukları yıllardan sonra amatörce oynanan karşılaşmalarda daha eğlenceli ve yaratıcı hamlelerden ayrı bir zevk aldıklarını da öğreniyoruz.
Çocukları her spor dalında olduğu gibi satrançta da küçük yaştan itibaren strese sokmanın ne kadar zararlı olduğu da ifade edilenlerden.
Gürcistan'ı ziyaret eden bilhassa Batılı turistlerin aklına gelen, "Ülkede kadının tarihsel gelişimi nasıl oldu?" gibisinden sorulara bir kadın rehberin cevabı hazır:
"Bölgeye Hıristiyanlığın gelmesini sağlayan Azize Nino, ölüm cezasını iptal eden ilk kraliçemiz Tamar ve dört kadın satranç şampiyonumuz!"
İlham verici belgesel
Avusturya-Sırbistan-Gürcistan yapımı 82 dakikalık film şurup gibi akıyor. Maziye yönelik nostaljiyi ister istemez tetikleyen birbirinden enteresan arşiv görüntüleri çok başarılı bir montaj sayesinde kahramanlarımızın bugünkü yaşamıyla zarafetle birleşiyor.
Hepsi günümüzde de gayet faal; kimi hâlâ şampiyonalara katılıyor, kimi yeni nesillere dirayetle satranç öğretmeye devam ediyor.
Dünya çapında saygı görüyorlar, şeref konuğu olarak uluslararası organizasyonlarda el üstünde tutuluyorlar. Ne de olsa çok da eski olmayan bir mazide satrancı bir erkek sporu olmaktan çıkarmış, hatta erkekleri hiç beklemedikleri biçimde mat etmiş güçlü kadınlar.
Filmde satranç dünyasının kendine has dinamiklerinden de az çok haberdar oluyoruz. Mesela turnuvalarda katılımcılara sunulan bol havyarlı kanapelere rağmen her karşılaşmada yarım kilo kaybettiklerine vâkıf oluyoruz.
Beyni uzun süreler boyunca yoğun biçimde çalıştırmanın yanında fiziksel aktivitelerle bu dinamiğin desteklenmesi gerektiği de dillendiriliyor.
Her satranç oyununun bütün bir ömür gibi yaşandığını, planlandığını, inşa edildiğini, tertiplendiğini ve bunların sonucunda gelebilen zaferde sözkonusu çabaların bütününe borçlu olunduğunu öğreniyoruz.
Oynarken zaman mevhumunun kaybolduğu da ciddiyetle belirtilen detaylardan.
Avusturya'nın başkentindeki Viyana Satranç Kulübüne yapılan bir ziyaret sırasında kadınların mevzubahis kulüp kurulduktan çok sonra kabul edildikleri de ilginç bir malumat.
Film Gürcistan'ın reklamını yapmaya endeksli turistik bir tanıtım filmi özelliğinden çok uzak olsa da muhteşem diyarın güzelliklerini bazen arka fonda görüyor ve bir kez daha hayran oluyoruz.
Bu arada yüksek binalardan müteşekkil yeni bir mahallede, binaların birinin terasında devasa bir satranç alanını ziyaret ediyoruz.
Etrafta ikamet eden komşular o terasta satranç karşılaşması yapıldığında pencere veya balkonlarına çıkıp karşılaşmayı, evlerinden mahalledeki stadyumda bir futbol maçı veya bir açık hava sinemasında film izler gibi takip edermiş.
İstikbalde kadınları ne bekliyor?
Film proje halindeyken Avrupalı Kadınlar Odiyovizüel Ağı'nın (European Women's Audiovisual Network) ödülüne layık görülmüştü.
Seyircinin hafızasına yerleşen belgeselde, kahramanlarımızın zirvede olduğu yıllardan, Kasparov, Fisher ve Gagarin gibi sükseli erkekler hakkında kısa anekdotlar da var.
Film boyunca bize yetkin yorumlarıyla eşlik eden Yugoslav satranç ustası ve gazeteci Milunka Lazarević 2018'de vefat ettiğinden belgesel ona ithaf edilmiş.
Ülkenin dağılma sürecindeki savaş sırasında canını kurtarmak üzere Gürcistan'daki kahramanlarımızdan davet almış olduğunu minnetle anlatıyor.
Gürcistanlı satranç ustalarının hemfikir olduğu hususlardan biri de zaten Yugoslavya'nın ülkeleriyle benzerlikleri, zihniyetlerdeki ortaklıklar, Yugoslavlar'ın nezaketi ve güzel insan olmaları.
Bu vesileyle Mareşal Tito ve eşi Jovanka'nın arşiv görüntüleriyle satrança verdikleri önemin altı çiziliyor.
Fakat bence filmin en can alıcı sekansları bir zamanlar kendilerine Nona, Nana ve Maia adı verilmiş çocukların bugünkü halleriyle sık sık kamera karşısına geçtiği anlar.
Sovyet rejiminin vadettiği eşitlik hülyası o zamanlar belli ki toplumun geniş kesimlerinde tesirli olmuş; dört kadın satranç ustasının yalnız kendi ülkelerinde değil, SSCB gibi geniş bir coğrafyada, hatta yerküre çapında başarılı ve meşhur olması birçok ebeveyni etkilemiş, sistemin sunduğu imkânlar sayesinde çocuklarının benzer başarılar gösterebilmesi ümidiyle onlara satranççıların isimlerini münasip görmüşler.
Şık şıkıdım giyinmiş, makyajını özenle yapmış muhtelif yaşlardaki kadınlar kameraya direkt bakarak tek tek hayatlarının kısa bir özetini geçiyorlar. Müzikalitesi yüksek Gürcüceyi bıcır bıcır konuşurken kesinlikle kulaklarımızı okşuyorlar.
Bir tanesi satranç şampiyonluğuna ulaşabilmiş ama pek azı planlanan herhangi bir kariyerin sahibi olabilmiş; çoğu ebeveyninin hayallerini gerçekleştirememiş olmanın mahzun kırıklığı içindeymiş gibi duruyor.
Fakat hepsi adlarını gurur ve minnetle taşıyor, ebeveynlerine ve "satrancın kraliçeleri"ne saygıda kesinlikle kusur etmiyorlar.
Filmin sonunda peş peşe dizildikleri düz bir çizgide kamera tek tek üstlerinden geçiyor. Semaya bakıp kendileri için öngörülmüş ama gerçekleşmeyen hülyalarını sanki ümitsizce arıyorlar.
Zamanla zaten dejenere olmuş Sovyet rejiminin ortadan kalkmasıyla gelecekleri adeta ellerinden alınmış, Kafkasya'da sıkışıp kalmış, unutulmuş, örselenmiş, kaderlerine razı olmuş gibi bir halleri de var.
Ama bir yandan da onlara örnek olmuş, yol göstermiş, cesaret vermiş idolleri dimdik ayakta ve bu yüzden de başka bir dünyanın mümkün olduğunu bilecek kadar da cesur ve sağlam duruyorlar. Mantıklılar ve en mühimi, kendilerini biliyorlar.
Bakımlılar, düzenli ve disiplinliler; çalışıyorlar, sabrediyorlar, mücadele edip haklarından mümkün olduğunca feragat etmeden zorluklara direniyorlar.
Gezegenin cennet kalabilmiş ender coğrafyalarından birinde, sanki sosyalizmin başka bir versiyonunu denemeye hazır, yeni, farklı ve belki kadınca bir taktiğe uygun, ani hamlenin işaretini sabırla bekliyorlar!
Zaten şahları mat etmenin zamanı geldi de geçiyor...
(RL/PT)