Akif Beki son haftalarda feminizmle ilgili bazı değerlendirmeler yaptı. Türkiyeli bir feminist olarak bazılarına değinmek bana bir mecburiyet gibi göründü. Bu yazıların beni ilgilendiren kısmı feminizmle ilgili olarak ortaya attığı iddiaların fikri boşluğu değil, rahatsız edici şekilde gerçek dışı bilgiler imal etmeye çalışması.
Akif Beki çeşitli özellikleri ile ele alınabilecek bir kişi. Biz onu bir gazeteci olarak tanımak değerlendirmek durumundayız. 1990 yılında henüz 19 yaşında bir üniversite öğrencisi iken Zaman gazetesinde muhabir olarak çalışmaya başlamış.
1998'de Kanal 7'nin Washington temsilciliğine atanmış. Onu Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kuruluşu sonrası Recep Tayyip Erdoğan'ın basın sözcüsü olarak izledik. İndus Vadisi'nin İncirleri ve Kara Liste isimli iki romanı olan Beki, Başbakan'ın zihin dünyasını konuşma dili üzerinden analiz eden kitabını ise 2003'de Erdoğan'ın Harfleri adıyla yayımladı.
Başbakanlıkta üst düzey bir memur olarak dört yıl çalışan Beki 2007'de bu görevinden ayrıldı. Bir süre sonra Kanal 7 'de program, Kanal 24'e politik danışmanlık ve Radikal gazetesinde köşe yazarlığı yapmak gibi üç pozisyon içinde olacağını açıkladı. Onu halen Radikal'de köşe yazıları aracılığı ile izlemek mümkün.
Deniz Feneri Yolsuzluğu dosyasında adı geçirildiği için bir yazı dizisinin Radikal'de yayınlanmasını engellediği iddiası da onu son günlerde bazı tartışmalara itti. Ama bizim kendisine yönelik ilgimiz 9 Temmuz'daki Kabineye Seksist Bakış, 14 Temmuz'daki Oral Çalışlar'ın Feminist Şakası, 16 Temmuz'daki Feminizmin Boş Klişeleri yazıları vesilesi ile oldu
Anti-feminizm iyidir
Feministler aralarında çok tartışırlar. Feminizm eleştirisi yapılması ve bunun güncellenerek yapılması da çok normal ve yararlı bir şeydir. Bence son on yıldır tabiri caizse yüzüne gülünen ama arkasından hançerlenen ve tezleri puslu bir hoşgörü içinde asimile edilmeye çalışılan Türkiye feminizmi her zaman açık sözlü anti-feministlerin eksikliğini hissetmektedir.
Tabii eleştirilerin bir bilgi ve duygu taşıması önemlidir. Ben Beki'nin yazılarında rahatsız edici bir duygu buldum. Bilgi ise bence zayıf.
Şöyle ki, Beki kendisini Mustafa Armağan'ın yorumlarına ve bazı yabancı kaynaklara teslim etmiş görünüyor. Kuşaktaşım olan Mustafa Armağan, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın önemli bir üyesi. Çeşitli açılardan ilginç bir sağcı entelektüel kişilik ve bir tarihçi olarak ele alınmayı hak eder.
Ama diyebiliriz ki feminizm ve benzeri akımlarla ilgisi zayıftır. Bence feminizme ve benzeri Türk-İslam-aile-toplum ilişkisini bozma niyeti taşıyan ideolojilere karşı taşıdığı "kan uyuşmazlığı", onun kadın özgürlük-eşitlik ve kurtuluş fikriyatı ile tek bağlantısıdır.
Ben Avrupalı-Amerikalı yazarlardan örneklerle, Türkiye'de etkili olan ama yer yer " batı- kökenli" olarak eleştirilen düşünce akımlarını çürütmeye çalışmanın kötü bir gelenek olduğu kanısındayım. Bu doğucu görünenlerin çok yaptığı bir batıcılıktır.
Maalesef bazı yeni-sağ akımlar özellikle Amerika geleneğine bağlı olanlar bunu çok yaparlar. Armağan ve Beki de bunu yapıyor. Oysa Beki kendi ülkesinin feministlerine, onların neredeyse yüzyıldır çeşitli farklılıklar içerse de yazıp çizdiklerine eğilse daha yararlı tartışmalar ortaya çıkabilirdi.
Kota'ya karşı çıkmak ilginç değil
Beki'yi bu üç yazıyı yazmak için harekete geçiren temaya bakacak olursak konunun esasen bir kota eleştirisi olduğunu görürüz. Beki yeni kabinede sadece bir kadın bakan olmasını olumsuz değerlendirenleri, kendi deyimi ile "seksist" bularak eleştiriyor. Yani Meclis'te kadın sayısının çoğalmasını önemsemeyi eleştiriyor.
Meclise girmek için kadın olmak değil bu göreve layık olmak esas olmalıdır, diyor. Bu görüş hiç ilginç değil.
Hatırlanır 2007 yılında bu tartışma hem kavramsal hem makamsal olarak daha ileri bir noktada yapılmıştı. Dönemin Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KA.DER) genel başkanı Hülya Gülbahar bir toplantıda Başbakan Erdoğan'a kadın kotası isteğini dillendirdiğinde başbakan spontane bir şekilde, "Kotayı ben eşitlik olarak almıyorum. Haksızlık yapıyorsun. Niye adil olmuyorsun. Şu anda herkes eşit. Eşit katılım zaten şu anda var. Git, kazan, al. Sen kendin gidip kazanıp alamıyorsun. Kota olduğu zaman ben erkeklerin ianesine sığınıyorum demektir. Bana bunu anlatamazsın. Bütün dünyada bu yok. Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) kota var mı? Fransa'da kota kaç? Sen Ruanda mı olmak istiyorsun, buyur Ruanda ol. Kotayı kadına saygısızlık olarak görüyorum" yanıtını vermişti.
Başbakan her zaman bu düşüncesini sürdürdü. Yani Türkiye'de kota karşıtı olmak resmi görüş. Mecliste kadın sayısını arttırmak için yapılan girişimlere de resmen destek verilmiyor.
Yine 2007'de kadın hareketinin çeşitli bileşenleri, kota uygulamasının Avrupa'da sadece iki ülkede olmadığını, Ruanda'da milletvekillerinin yarısının kadın olduğunu,Türkiye'nin ise Meclis'teki kadın milletvekili sayısı ile dünya sıralamasında sonlardaki yerini korumakta olduğunu defalarca dile getirdi.
Mevcut anayasada yer alan "Kadın ve erkek eşittir, devlet bu eşitliği hayata geçirmekle yükümlüdür" maddesi resmiyetini korusa da, iş uygulamaya gelince devlet ve hükümet bu konuda görev almaya yanaşmıyor. Bir yandan kadınlar kota talebini dile getirirken diğer yandan hükümetin kadın haklarını "genel ahlak" düzenlemesi ile sınırlandırmaya çalışması da kadınları gelecek konusunda karamsarlaştırıyor.
Türkiye'de parti içi demokrasi bu kadar sorunlu iken, baraj siyasi katılıma ket vuruyorken, özel yetkili savcılıklar bu kadar işbaşındayken Meclis'ten kadınlar konusunda çok büyük bir ilerleme beklemek zor. Hele Avrupa Birliği baskısı da ortadan kalkmışken...
Ama kadınların siyasete katılımının önünü açma konusu dünyada ve Türkiye'de önemini koruyor. Çünkü kadınların talebi devam ediyor. Bu konuda bilgilenmek isteyenler için 2007'de yazdığım bir "okuma önerisi" paketini sıkıcı olmak pahasına aşağıya ek olarak koyuyorum.*
Ayıp ne, terk eden kim?
Beki diyor ki, "Bari biz erkekler kadınları siyasette kayıralım ama sayıyla saymayalım, nitelikleriyle sayalım. Feministler bile farkına varıp terk ediyor bu ayıbı. Erkek düşmanlığına gelince, o takıntı çürük temellerinden çatırdayalı uzun zaman oluyor."
Bu ifadeler büyük bilgi kirliliği üretiyor. O yüzden soruyorum, sormak zorundayım:
Neymiş ayıp olan? Türkiye'de hangi feministler bu "ayıp" tan dönmüş? Kimmiş kayırılmak isteyen feministler? Şurası açık olmalı ki kimse feministlere, "onlar kayırılmak istiyorlar" diyemez. Bu ayıp olur.
Ayrıca kimse bizlere Türkiye'de kayırılarak vekil, bakan, müsteşar, danışman, Radyo ve Televizyon Yüksek Kurulu (RTÜK) üyesi, özelleştirme daire başkanı, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) üyesi, Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) üyesi vb. olmuş feminist gösteremez. Feminizmin böyle bir tecrübesi yok.
Feministler erkeklerle ve erkek egemenliği ile mücadele ederler. Bunun anlamı: Yüz yıllardır kadınları "kayırdığı", "hanımefendiler, anneler, eşler olarak kutsadığı", "el üstünde tuttuğu" varsayılan geleneksel erkek egemen düzenin kadınlara yaptığı haksızlıkları ortaya dökmek ve bu mekanizmaya bütün veçheleri ile karşı çıkmaktır. Egemenler bu yüzden feministleri kayırılmazlar, zaten onlar da kayırılmak da istemezler.
Kayırma başka bir şey. Konu ile ilgisi olduğu için belirtmek istiyorum. Mesela Aliye Kavaf kabineye elbette kota ile girmemişti ama bence kayırılarak girmişti. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, Erdoğan ailesi ile olan komşuluk, akrabalık, dünürlük, iş ortaklığı, avukatlık hizmeti bağlarının bazı pozisyonlara kayırılarak girmeyi sağladığını biliyor.
Fatma Şahin'se belki kayırılmamıştır, ama merkeze ve merkezin görüşlerine sadakati sayesinde bakanlığa kabul edilmiştir. Onu da Türkiyeli feministler yakından tanıyor. Kendisi el hak yıllardır pek çok kadın sivil toplum örgütünü ve pek çok feministi de toplantılarla, çalıştaylarla oyalayarak ve adından kadının adı düşürülmüş bir aile bakanlığının başına hiçbir itiraz etmeden geçerek bu yeri bileğinin hakkı ile hak etmiştir.
Feminizme karşı olduğunu bakan olur olmaz söylemesi onun nasıl bir siyasi mahareti olduğunu göstermektedir. Bakanlık meselesi etrafında diğer önemli nokta, bakanlıkta yapılan dönüşümle kadınların Erdoğan'ın deyimi ile iane almak üzere konumlandırılmış ve varlığını ailesi içinde bulması gereken insanlar olarak tanımlanması hakkında Beki'nin şikâyetçi olmamasıdır.
Kendimi seksenlerdeki hareket içinde yetişmiş, seksizm ve eşanlamlısı olan cinsiyetçilik kavramının yaygınlaşmasına katkıda bulunmuş bir feminist olarak görüyorum. Beki'nin bu kavramı kullanışındaki rahatlık bana "Yavuz hırsız ev sahibini bastırır" sözünü hatırlattı. Beki., feministleri koyu bir cinsiyetçiliğe kaymakla suçluyor. Cinsiyetçilik kavramını bizlere karşı kullanıyor. Hem yanlış hem doğru.
Doğrusu şu: Elbette feminist ve eşitlikçi kadınlar cins ayrımı güderler. Hangi ekolden olurlarsa olsunlar onların işi erkeklere karşı kadınları savunmaktır. Feministler erkeklere karşı erkek doğdukları için değil, ekonomik-toplumsal-siyasi bir sistem olan erkek egemenliğini sürmesinden yararlanan cins oldukları için, bu düzeni savundukları oranda mücadele ederler.
Ama feministler henüz hiçbir ülkede yönetimlerde söz ve iktidar sahibi olamadılar. Dolayısıyla onların "cins ayrımcılığı" gütmesi ile yüzyılların iktidarının keyfini süren, ev içinde, ev dışında, para, mülk ve siyasette güç sahibi olmayı bilen erkeklerin cinsiyetçilikleri birbirine benzemez. Benzetilmemeli.
Beki ataerkilliği bir safsata olarak, kadınların annelik rolünden uzaklaşmasını bir tehlike olarak görüyor, Feministlerin iddialarını boş buluyor olabilir. Bizlerin karşısına seçtiği feminist veya feminizmden vazgeçmiş yazarlardan alıntılarla değil kendi görüşleri ile çıkması daha iyi olacaktır.
Mesela böyle yaptığı bir örnek gayet açıklayıcı: Beki demiş ki, "Kadınlık ve erkeklik, siyasi alanın değil başka alanların hüviyetleri. Orada geçerli olmaması gerekirken cinsel kimlikler üzerine siyasi analiz kurmak seksist bir bakışın ürünü olacaktır."
Yani zaten Beki kadınlık ve erkeklik durumlarının toplumsal bir sorun olarak siyasete dâhil edilmesine karşı. Buna gerek görmüyor. O halde feminizmi Oral Çalışlar gibi konuya hakim yazarlara veya okurlarına tersinden izah için kendini tuhaf fikir bilmeceleri ile yormasına gerek yok. Karşıyım der, eleştirel yazılarını yazmayı sürdürür olur biter.
Ama Beki ve onun gibi düşünenler, "Kaldı mı canım bu feminizm trendleri?" diyor diye, yeni modalar doğmuyor. Sadece onlar kadınların haklı taleplerinin karşısına dikilmiş oluyor. Unutulmamalı ki dünyanın kadınları olarak, daha yeni başladık; ezilme ve sömürü, yalan ve istismar sürdüğü sürece var olacağız.
Bugün Meclis'te ve her yerde en az erkekler kadar güçlü olmak, bırakın feministleri, kadınların çoğunun kendine hak gördüğü ve önemsediği bir şey. Beki bu anlamda kadınların gerisinde görüşler içinde.
Feministler olarak, üzülerek belirtmek zorundayız. Hızla ortadan kalkacağımızı kimse beklemesin! (HK/ŞA)
* Türkiye'de feministlerin kota konusunu ele alışlarının ve siyasi partilere önermelerinin tarihi epey eskidir. Ben 24 yıl önce ilk bilgilerimi Kadın Çevresi'nin unutulmaz bürosunda Stella Ovadia'dan ve Şirin Tekeli'den almıştım. İkisi de hâlâ bu konuda ulaşılabilecek kaynak kadınlar. Meraklılar, tartışmalarına derinlik katılmasını isteyenler onlarla röportaj yapabilir, öneriyorum.
1987-89 yılları arasında çıkan Feminist dergisinde Şirin Tekeli ile yapılan bir röportajı da anmak isterim. Sevgili Şirin Tekeli burada uzun uzun anlatır: İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler (BM) çerçevesinde yapılan uluslararası anlaşmalarda benimsenen bir eşitlik kavramı var. Ama yasalara eşitlik diye yazmak eşitliği getirmiyor. Kota, ayrımcılık ve pozitif ayrımcılık kavramlarını içeren bir anlayışa evrensel hukuk, ırkçılık karşıtı hareket ve daha ziyade kadın hareketinin etkisi ile 70'lerde kavuşuyor. Sadece siyasette değil hayatın her alanında, eğitimde, ekonomide, işe alınmada kotalar söz konusu olabiliyor. Kota ezilenlerin uluslararası hukuk alanındaki evrensel bir kazanımı. Ama ulusal olarak uygulanması hükümetlere kalmış. Dünyanın BM hukukundan ziyade uluslararası sermayenin kurallarına göre yönetildiğini düşünenler olabilir. Ama 70'li yılların evrensel kazanımları kolay gözden çıkarılamaz. Tıpkı sendikalaşma hakkı, tıpkı sosyal güvenlik gibi.
Elbette kota pratikleri her hukuki düzenleme gibi tuzaklar içeriyor. Nitekim Amargi dergisinin 2007 yaz sayısında yer alan yazısında Gülnur Savran kota üzerine bugün yapılacak feminist bir tartışma için bazı önermelerde bulunmuştu. "Kota talebinin gerçek bir içeriğe kavuşturulması için iki ayağı olması gerekiyor: Kadınların kendi talepleri doğrultusunda oluşturacakları programlar ve temsilcilerini seçecekleri kendi öz örgütlenmeleri" derken işaret ettiği noktaları önemsememek mümkün değil. Aynı dergide yer alan "Kotalar nasıl işlevsel hale getirilebilir?" isimli çeviri yazıyı okuyunca, mesela Arjantin'de kotanın nasıl başarı ile Fransa'da ise nasıl zorla uygulanageldiğini görüp konuyu değişik toplumsal ve tarihsel faktörleri gözeterek ele almak ihtiyacı üzerine düşünmek mümkün.
Yine konunun meraklıları için Pazartesi'nin "Kadınların ezilmesi Allah'ın emri mi kulun fikri mi?" başlıklı kitapçığı içinde yeniden basılan Sibel Eraslan röportajını da tavsiye ediyorum. Bu söyleşide Eraslan, Refah ve Saadet Partisi erkeklerinin kendi öz örgütlerinden gelen kadınlara yönetim yollarını nasıl kapadıklarını açıkça anlatır.