AKP hükümetinin başından beri izlediği sorunlu Suriye politikasının cezasını düşürülen uçaktaki pilotlardan sonra Akçakale'de yaşamını yitiren beş sivil çekti. Daha fazlasının olmayacağını düşündürecek bir işaretse ortada yok.
Tüm bunların hesabı bugün olmazsa gelecekte başta hükümet olmak üzere sorumlu olan ya da savaş kışkırtıcılığı yapan herkesten yasal zeminde sorulmaz ise asgari bir adalet duygusu ve vicdana sahip hiç kimsenin içi rahat edemeyecek. Gayet olası başka bir senaryo ise şiirsel adaletin tecelli etmesi ki AKP'nin on senelik karnesi böyle bir adaleti daha fazla hakediyor.
Hırsızın hiç mi suçu yok, yoksa sen de Baasçı mısın, Esedci mi diyecekleri fazla heyecanlandırmadan söyleyeyim: ne bugün ne de iki sene önce başbakanın Esad´la kuzu sarması olduğu zamanları veya örneğin 1970'leri düşündüğümde mevcut Suriye rejiminin meşruiyeti olduğunu savunuyorum.
Suudi-Katar-ABD-AKP (Türkiye demek içimden gelmiyor) ittifakının ülkenin kan gölüne dönmesine bu kadar aleni katkıda bulunmasına tepkiyle Esad rejimini anti-emperyalizmin gururu, Filistin'in umudu ilan edenlerden de değilim. Hatta bu fikirdekilere her şeyi geçtim Lübnan İç Savaşı'nda Hafız Esad'ın yaptıklarına bir göz atmalarını tavsiye ederim. İran-Rusya-Çin üçlüsünün doğaları gereği haksızlığa tahammül edemediklerinden Suriye'yi koruduklarını zannedenler içinse zannettikleri dünyanın birgün mümkün olmasını dilemekten başka bir şey elimden gelmez.
Tüm bunlar, beğenin ya da beğenmeyin, rejimin hala ciddi bir desteğe sahip olduğunu ve Suriye halkının en iyimser tahminle ikiye bölündüğünü bile bile başbakan ve Davutoğlu´nun neredeyse çocuk şımarıklığıyla "Esed gitsin" demesini haklı çıkarmıyor.
Tüm bunlar AKP'nin dünyanın dört bir yanından gelmiş, ciddi bir kısmı Irak'taki mezhep savaşında rol almış ölüm mangalarını Türkiye'de barındırmasını, silah dahil her türlü desteği sağlamasını haklı çıkarmıyor.
Tüm bunlar sınırdaki şehirlerde ve İstanbul'da muhtelif ülke ajanlarına cirit attırmasını haklı çıkarmıyor.
Tüm bunlar Suriye halkının mücadelesini kendi kendine yapması gerektiğini gözardı etmeyi, insan hakları ihlalleri söz konusuysa müdahil olmak için uluslararası meşruiyeti bir tarafa bırakıp yeni-Osmanlıcı sanrılara kapılmayı, Ortadoğu siyasetini belediye başkanlığı zannedip abilik peşinde koşmayı haklı çıkarmıyor.
Tüm bunlar kendisi on senedir iktidardayken darbe anayasasını (ihtiyacı nispetinde tadilat yapmak dışında) değiştirmeyip 40 yıllık Suriye diktatörlüğünün 40 günde demokrasiye geçmesini beklemeyi haklı çıkarmıyor.
Tüm bunlar tüm bu maceranız uğruna kendi vatandaşlarınızın huzurunu (Hatay) ve güvenliğini (Akçakale) tehlikeye atmanızı haklı çıkarmıyor.
Tüm bunlar silahlı ve anlaşılan birçoğu sakallı adamları şiddetten kaçan masum Suriyeli mülteciler arasında kamufle ederek büyük bir ahlaki düşkünlüğe imza atmanızı, insan haklarını ağzınızdan düşürmezken koruyup kolladığınız envai çeşit grubun Suriye'ye girip, hadi Suriye askerlerini geçtim, sivilleri katletmesini da haklı çıkarmıyor.
Bu meseleler aşılıp başkalarına yelken açıldığında tarihçileri pek mutlu edecek zengin ve sembolik önemi büyük iki çelişki / ironi/ maskaralık üzerine basa basa hatırlanacak.
Birincisi Türkiye'nin Suudi Arabistan ve Katar ile bir olup Suriye'ye demokrasi getirmeye çalışması!
Söz konusu ülkelerin Yemen ve Bahreyn'deki olaylara Suriye'den çok farklı yaklaştıkları, Bahreyn'deki ayaklanmayı asker gönderip bastırdıkları, kendilerinin demokrasiden zerre kadar nasiplenmediği çokça yazıldı. Ayrıca unutanlara hatırlatalım: batı sponsorluğuyla Arabistan'dan Suriye'ye "özgürlük" en son 1918'de gelmişti; Mekke şerifi Hüseyin ve oğlu Faysal İngilizlerin himayesinde Suriye'yi "Türk zulmünden" kurtarmışlardı. Sonucun ne kadar hayırlı olduğu herkesin malumu: Suriye dörde bölündü, Ürdün'de Hüseyin'in torunları krallığı devam ettiriyorlar (krallık!), ufacık Lübnan onlarca parçaya bölündü ve korkunç bir iç savaş yaşadı, Filistin'in durumu ile Suriye'de bugün olup bitenler herkesin malumu.
Antakya'da türeyen yabancılardan farklı bir sakal sahibi olan Alman amca pek manidar laflar etmiş zamanında. Hakikaten de 1918 ve sonrasındaki trajediden sonra bugün Suudi Arabistan'ın ABD himayesindeki Suriye politikası büyük bir maskaralığa tekabül ediyor. Birkaç haftalık hafızalarla düşünüp tepki vermeye alışılageldiğinden iktidarların işi zor olmaz genelde.
İkinci çelişki / ironi / maskaralık meselesine gelelim. Türkiye uzun yıllardır kaynağı sınırlarının ötesi olan PKK saldırılarına maruz kalıyor ve topraklarının kendisine karşı saldırıda üs olarak kullanılmasını sağlayan ülkelere büyük tepkiler veriyordu. Bu nedenle Suriye ile 1998'de savaşın eşiğine geldi. Irak'a ise defalarca sınırötesi operasyon yaptı; bu operasyonlarda, aynı dün Akçakale'de olduğu gibi, masum sivillerin öldüğü iddiası Türkiye medyası tarafından görmezden gelindi. Son bir buçuk senedeyse, otuz senedir şikayet ettiği her şeyi misliyle komşusuna yapan, topraklarını uluslararası kamplaşmanın bir kutbuna neredeyse tahsis eden Türkiye, silahlı grupların Suriye'ye geçip asker-sivil ayırmaksızın büyük katliamlar yapmasını açıkça destekliyor. Bu pozisyonun uzun vadede ciddi sonuçları olacağını varsaymak yanlış olmaz.
Suriye ayaklanmasının hakikiliği üzerine çokça tartışıldı. Geldiğimiz noktanın son derece açık olduğunu düşünüyorum. Şubat ve Mart 2011 tarihlerinde, Mısır ve Tunus süreçlerinden cesaretle fakat maalesef cılız gösterilerle Esad rejimi büyük şehirlerde protesto edildi. (Ki o günlerde TRT´de Arap ayaklanmalarının Suriye'ye uğramadığı, halkın Esad rejiminden çok mutlu olduğu yayınları yapılıyordu.) Ayaklanma, diğer birçok ülkede ve en basit protestoların bile biber gazına maruz kaldığı Türkiye'de olduğu gibi, sertçe bastırıldı ve Mısır veya Tunus'ta olduğu gibi kitlesel hale dönüşemedi.
Ve o noktadan itibaren, adım adım, Suriye ayaklanması Suriyeli özgürlük ve demokrasi yanlılarından çalındı, onların meşru taleplerini kullanarak rejimle hesap görmek isteyen çeşitli yerel ve uluslararası aktörün eline geçti. Suriye halkının büyük bölümü ise bizim süzgeçten / sansürden geçmiş haberlerden, süslü siyaset yorumlarından anlamaya çalıştığımızı bizzat yaşadığından kötünün iyisi olarak gördüğü Esad rejiminin arkasında durdu.
Azınlıkların her zaman toplumların barometresi olduğunu düşünürüm. Türkiye´de Alevilerin AKP açılımlarına hep mesafeli durması ve sonunda haklı çıkması gibi, Suriye'de Hıristiyanlar ayaklanmaya başından beri destek vermedi.
İşin özü, mevcut ayaklanmayı ve savaşı meşru bir demokrasi / özgürlük savaşı olarak görmek şu geldiğimiz noktada mümkün değil, hele bu savaşı yürütenler ve onlara destek verenler apaçık ortadayken.
Ergenekoncu sopasının yanına Baasçı sopasını ekleyen hükümet, başından beri Suriye politikasını eleştirenleri dikkate almadı; Suriye'de hayal ettiği rejim değişikliği yaşanmadıkça da daha fazla çamura battı.
İşte özgür gazeteciler, sağlıklı bir tartışma ortamı, iktidardan korkmayan veya iktidarca korkutulmayan medya bu günler için lazımdı. 2008 itibariyle basını ablukaya alan iktidar 2010 referandumuyla neredeyse kontrolsüz hale gelince ileride ciddi sıkıntıların yaşanacağını görmek büyük zeka veya öngörü gerektirmiyordu.
Dün yaşanan ve aslında uzun zamandır geliyorum diyen Akçakale olayına dönecek olursak iki senaryo karşımıza çıkıyor.
Birincisi ve daha muhtemel olanı Suriye'nin kasıtlı olarak Türkiye topraklarını vurması. Geçen haftaki tantana içinde çoğu kişinin gözden kaçırdığı, Türkiye basınında benim rastlayamadığım Halep'teki bombalama olayları var. Otuzdan fazla insan öldü ve Suriye rejimi büyük tepki gösterdi. Bombanın ve bombalayanların Türkiye'den geldiğine dair Suriye devletinde ve halkında yaygın bir düşünce var. Sıcağı sıcağına tepki vererek Akçakale'yi vuran Suriye, üzüntü belirterek savaş ihtimalini ortadan kaldırdı, aksi halde bile Türkiye'nin saldıramayacağını biliyordu muhtemelen ama yine de riske girmedi. Fakat Türkiye'ye ciddi zarar verebilecek güce sahip olduğunu hatırlatarak bir gözdağı vermiş oldu. Ayrıca Türkiye'deki güçlü savaş karşıtı dalganın AKP'ye yöneleceğini tahmin ettiler ve yanılmadılar. Özü itibariyle Suriye kendince önemli bir stratejik hamle yapmış oldu.
İkinci senaryo ise top atışının arkasında Suriye ordusu değil de Türkiye'yi savaşa çekmek isteyen muhaliflerin olduğu. Akçakale olayının arkasında muhaliflerin olduğunu zannetmesem de Suriye krizi başladığından beri rejim karşıtı silahlı grupların ve Katar, Suudi Arabistan gibi ülkelerin Türkiye'yi Suriye´ye saldırtmak için akıl almaz komplolara başvurduklarını düşününce insan bu ihtimali yabana atamıyor. En akılda kalanlardan, Topkapı sarayını Suriye plakalı bir arabayla basan, sağa sola ateş ederken ben Suriyeliyim diye bağıran ama sonunda Libyalı çıkan saldırgan ile daha geçen hafta, düşen uçaktaki pilotların sağ yakalanıp öldürüldüğüne dair sözde resmi bir Suriye belgesi yayınlayan El Arabiya televizyonunu (ki Suudilere aittir) anmak lazım.
Neyse ki acınası bir zekanın ürünü olduğu apaçık bu acemice komplolar Türkiye halkını savaşa kışkırtmaktan ziyade savaşın meşruiyetinden şüphe duyulmasını sağladı.
Her iki senaryoda da ya da olası başka senaryolarda AKP hükümeti öncelikli sorumludur. Türkiye'yi kendi bölgesel nüfuz hayalleri ve ABD ile utanç verici bir şekilde müttefik olduğu Suudi Arabistan ve Katar'ın çıkarları doğrultusunda ait olmadığı bir savaşın parçası haline getirmesinin cezasını Türkiyeli siviller henüz çekmeye başladı, Suriyeli sivillerse uzun süredir çekiyor. Bu süreçte yıllardır saklamaya çalıştığı mezhepçi yüzü ayyuka çıkan AKP, başta Hatay'daki Nusayriler olmak üzere ülkenin geri kalanındaki Alevileri iyice yabancılaştırarak faturası çok ağır olabilecek gerginliklere zemin hazırladı.
Suriye krizi yerel bir hesaplaşmanın dışında uluslararası bir vekil savaşı haline geldi. Her iki düzleme dair de bilgi kaynaklarımız son derece kısıtlı. Suriye'de olup biteni sağlıklı bir şekilde öğrenmek imkanından yoksunluğumuzun yanında irisiyle ufağıyla bu krize müdahil olan birçok ülkenin ne gibi amaçlar ve pazarlıklar içinde olduğunu bilme imkanımız yok. Belki her gün değişen, kimsenin tekelinde olmayan fakat herkesin manipülasyonuna açık olan onlarca faktör, Suriye halkıyla beraber Türkiye ve diğer bölge halklarının kaderini şekillendiriyor. Bu süreçte Türkiye'nin şimdiye dek sürdürdüğü çizgiyi terkedip Suriye meselesinde onurlu bir tavır alması, bu konuda hükümete baskı yapılması şart. Akçakale sonrası umutla izlediğimiz, son derece kuvvetli görünen savaş karşıtı dalganın korunabilmesi çok önemli. (ÜFA/HK)
* Ümit Fırat Açıkgöz, Rice Üniversitesi'nde doktora öğrencisi. Manda Dönemi'nde Antakya ve Suriye üzerine çalışıyor.