Sanki MGKnin Ocak toplantısından çıkan karar, tezkerede formüle edilen çerçeveyi çizmemişti. Sanki ordunun tezkerenin arkasında durduğu bilinmiyordu. Sanki Mersin ve İskenderun limanlarına yapılan yığınak ve sınıra yapılan nakliyat ordunun bilgisi ve gözetimi dışındaydı. Sanki Mardindeki Amerikan lojistik destek merkezi bölgenin her milimetrekaresini denetleyen görevlilerin bilgisi dışında yapılandırılıyordu. Sanki Kuzey Irakta 12 yıldır süre giden Kürt yönetimi oradaki on bini aşkın Türk askeri varlığının denetim ve gözetimi altında şekillenmemişti...
Genelkurmay Başkanı başka çare yok, savaşa gireceğiz, der demez, AKPye karşı dili bir karış dışarıda reddedilen savaşa evet gerekçeleri apansız tartışmalara aydınlık getiren yararlı bir açıklama oluverdi.
Baykalın zamanlamayı beğenmesinde şaşılacak bir şey yok. Tezkerenin bir kez daha TBMM önüne getirilmesi bir rejim ve sistem gereği halini aldıktan sonra bunun topluma yukarıdan ve tartışmasız bir biçimde dayatılmasının en demokratik yolu bulunmuş ve Baykal rahat bir nefes almıştır: Madem ordumuz istiyormuş tezkerenin geçmesini, tabii neden olmasın. Biz AKP istiyor sanıyorduk. Bundan böyle CHPnin Mecliste kaç hayır oyu kalacağını, bizzat Baykalın ikinci kez geleceği artık anlaşılan tezkereye ne renk oy vereceğini hep birlikte göreceğiz.
Baykalın bu oylamada büyük bir olasılıkla bilmem hangi beynelmilel toplantı için dünyanın başka bir yerinde olacağı konusunda iddiaya giren bunu kaybetmeyeceğinden emin olabilir. Asıl Önder Sava yazık olduğunu söyleyebiliriz. Partisi kocaman bir U dönüşü yaparken o kara kara düşünecek bir ay içinde nasıl olup da böyle büyük bir siyasi açı içinde bir yandan öte yana savrulmuş olduğunu.
TBMM Başkanı Bülent Arınç, başka alem. Tezkere ikinci kez gelip de geçerse Meclisin saygınlığına bir şey olmazmış. Bunlar kurumlarmış -sanki kurum değil diyen vardı- kurumlar çalışırlarmış ve devlet böyle yönetilirmiş.
İşte resmiyet dünyasının savaş karşıtlığının iki mümtaz simasının gerçek savaş makinesi işlemeye başlarken kankırmızıdan, külbeyazına dönüşmelerinin başlangıç anındaki portreleri.
Meclistekiler böylece beyazlaşırken, sivil barışçıların kendi kendilerini içine soktukları açmaz ise bambaşka bir alem. Çoğunluğu savaşa evet demiş olan Meclise, savaş karşıtlığından ötürü teşekkür etmek için iki gün daha sabredilemez miydi? Şimdi kala kala bu piyasa tüccarlarının vicdanı kaldı geriye: Parti çıkarları ile ülke çıkarları arasında bir tercih yapmalılarmış. Türkiye'yi savaşa sürüklemek onursuzluğunu üstlenecek bir parti yerine parçalanmış bir partiyi yeğlemek daha doğru, imiş.
Ülke çıkarı denilen şeyin rejimin sahiplerinin çıkarı neyse o olduğunu, bugüne kadar bütün savaşların ülke çıkarından başka bir şeyle meşrulaştırılmış olmadığını bunca görgü-bilgiden sonra unutabilen barışçının işi gerçekten zor. AKP milletvekili demokratik ve modern bir genel kurmay başkanı dururken neden onun ülke çıkarı tanımını benimsesin.
Türkiye halkının büyük çoğunluğunun karşı olduğu bir savaş için Türkiyenin Hükümet, Silahlı Kuvvetler, TÜSİAD ve medyadan oluşan egemen bloku, gecikerek de olsa saflarını derledi, pürüzleri asgariye indirdi ve rasyonellerini oluşturdu.
Savaşa karşı olanların, savaş istemeyenlerin, savaştan bir yararı olmayanların savaştan zarar görecek olanların işi şimdi hem zor hem kolay.
Zor çünkü, bugüne değin savaş karşıtı hareket, savaş cephesi içindeki görüş ayrılıklarının ve çıkar farklılıklarının birbirini çelmesi sayesinde de kendisine yol açabiliyor, bir engeli diğerinin onu dengelemesi suretiyle aşma olanakları buluyordu.
İkincisi, bugüne değin ordu ile hükümet, parlamento ile hükümet, hükümetle muhalefet, medyayla hükümet, hükümetle büyük sermaye arasında savaş konusunda görüş ayrılığı olduğu sanısı, savaşa hayır diyenlerin bir bölümü arasında, hala düzen içi bir konumdan seslenildiği inancını besleyebiliyordu. Buysa, kamuoyunda savaşa hayırı gitgide in, savaşa eveti out kılıyordu. Genelkurmay başkanının, dünkü, savaşa hayırı arkasına alarak savaşa evet diyen açıklamasından sonra kamuoyundaki hayır cephesinde kimi tereddütlerin oluşmuş olması muhtemel.
Üçüncüsü Genelkurmay başkanının açıklamasından sonra Türkiye fiilen savaş düzeni almaya başlamış olduğuna göre, merkezi otoritenin toplumsal hareketliliği polisiye önlemlerle sınırlama, denetleme ve sindirmek için elinde bulundurduğu önlemleri birer ikişer devreye sokması olasılığı büyüyor.
Ancak, öte yandan savaş karşıtlarının işi şimdi bir yandan daha da kolay: Savaşa karşı bütün gerekçeler bugüne kadar siyasi yelpazenin hemen bütün kesimlerinden yüksek sesle dillendirildi ve toplumda savaşa karşı popüler bir bilinç oluştu. Bu bilincin oluşmasına katkıda bulunanların bu kadar kısa sürede çark etmelerinin toplum tarafından kolayca içe sindirilemeyeceği apaçık.
Öte yandan, AKP hükümetinin getirdiği bütçe tasarısının mantığının halkın ekmeğinden keserek savaşa ve borç ödemeye kaynak ayırmaya dayandırıldığı apaçık. Halkın geçim derdiyle savaş harcamaları arasında, Tayip Erdoğanın kaba söylemiyle iyice göze sokularak, kurulan bu dolaysız bağ, her toplumsal mücadele zemininin savaş karşıtı hareketle ilişkilendirilmesine şimdi daha çok olanak sunuyor.
Dahası, savaş karşıtı hareketin 1 Marttan bu yana kazandığı moral ve ilerlettiği örgütlenme kapasitesi bu zemin üzerinde yeni atılımlar için bir yığınak oluşturdu.
Genelkurmay başkanı başka çare yok savaş gireceğiz dediği için akan sular durmuş olmuyor. Tersine ABDnin savaşına dahil olma ve Kuzey Irakta bir savaş yürütme konusundaki toplumsal tartışma daha yeni başlıyor: Madem, Türkiye modern demokratik bir ülke imiş, görelim! Genelkurmay başkanının da arkasında durduğu tezkere ikinci kez Meclise sunulur da bu sefer geçerse eğer, bu Meclis kararı referanduma götürülsün. Halkın istemediği bir savaşı kim bize ülke çıkarı diye dayatabilirmiş görelim. (EK)