“Aydınlanmış bilinç, her türlü otorite karşısında kendisini bağımsız hisseder.”
Emmanuel Kant
Anayasa yürürlüğe girdiği tarihten itibaren rektörleri belirlemede son sözü cumhurbaşkanına bırakmıştı. Prof. İhsan Doğramacı’dan gelen önerinin cuntacılar tarafından “kayıtsız şartsız” kabul edilmesiyle henüz 1981’de kabul edilen 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Yükseköğretim Kurulu (YÖK) gibi üniversiteleri denetleyen bir kurul kurulmuştu.
Yükseköğretim Kanunu’na göre YÖK’ün üyelerinin yedisi cumhurbaşkanı, yedisi bakanlar kurulu, yedisi üniversitelerarası kurul tarafından belirleniyor. Üniversitelerarası kurul var gibi görünse de cumhurbaşkanı kurulun üniversitelerden seçtiği adayları onaylayamayabiliyor. Böylece cumhurbaşkanı, başkanı da dâhil neredeyse YÖK’ün tüm yönetimini oluşturabiliyor.
YÖK’ün siyasî iktidarın böylesine sıkı denetiminde olması, daha doğru bir ifadeyle resmî otoritenin emrindeki Kurul’un varlığı pek çok sorunu da beraberinde getirmişti. Darbe yıllarında sol tandanslı akademisyenlerin üniversitelerden uzaklaştırılması, profesörlük, doçentlik gibi atamaların vaktinde yapılmaması, kıyafet yönetmeliği, sakal yasağı gibi uygulamalar Kurul’un ne gibi işlerle meşgul olduğunu kanıtlaması açısından önemli.
Üniversiteden uzaklaştırmada ise 1971’de çıkarılan 1402 sayılı kanunun kapsamı genişletilmişti. Öğretim görevlilerinin işine son verilmesi olayına kamu personellerininki ve ayrıca zorunlu olarak istifa edenler de eklenmiş, sayıları binlerle ifade edilen 1402’likler deyimi ortaya çıkmıştı. Tüm bu faaliyetler ve hukuk profesörü Ercan Eyüboğlu’nun henüz darbe olmadan evvel 1 Mayıs yürüyüşüne katıldığı için askerî mahkeme tarafından idamının istenmesi askerî rejim döneminin “ruhunu” yansıtmaya yetiyor.
Olanlar yalnız bir tarihin resmini çizmez bize, aynı zamanda günümüze dek sürecek üniversite özerkliği konusundaki sorunları da haber verir: Başta bilimin doğasına aykırı olarak üniversitelerin idarî ve malî özerkliğinin olmaması, siyasî iktidar(lar)ın ideolojik olarak vesayet alanı hâline gelmesi, üniversitelerdeki yönetim kadrolarının liyakat esasına göre değil çıkar ilişkilerine göre belirlenmesi, özgürlüklerin kısıtlanması, ders içeriklerinin aynılaştırılması, eleştirme, sorgulama gibi değerlerin hezeyana uğraması, ifade hakkının dahi kullandırılmaması ve bunların yol açacağı başka sorunlar…
Hakkaniyet bunun neresinde?
Bu sorunlar günümüzde rektörlerin belirlenmesinde adaletsizliklerin yaşanması, Barış Bildirisi yayınlayan akademisyenler hakkında soruşturma açılması, üniversiteden atılma, hattâ işgüzar üniversite yönetimlerinin öğretim elemanlarının iş akdine son vermesi, üniversitelerde panel, söyleşi gibi etkinliklerin yaptırılmaması; dahası akademi dünyasının sıkı bir zapturapt altına alınması, bilimden bilgiden uzak kalınması, hak kayıpları, üniversitelerin polisin karargâh merkezi hâline gelmesi ve tüm bunlar karşısında üniversitenin sessizleşmesi şeklinde zuhur ediyor.
Hatırlayalım: bir değil bin belki ama en trajik olanıydı, geçen yıl İstanbul Üniversitesi’nde yapılan rektörlük seçimlerinde en çok oyu alan Prof. Dr. Raşit Tükel’in yerine Prof. Dr. Mahmut Ak’ın atanması. Üniversitenin iradesini hiçe sayan daha nice atama öyküsü sayılabilir burada.
Sistemin nasıl işlediği herkesin malûmu: Üniversitede yapılan seçimde en çok oyu alan 6 aday YÖK’e bildiriliyor. YÖK ise üçünü “eleyerek” diğer üçünü cumhurbaşkanına sunuyor. Cumhurbaşkanı bu üç adayın içinden atama yapıyor. Cumhurbaşkanı yaptığı son 74 atamanın 29’unda üniversitede yapılan seçimi dikkate almıyor. Hakkaniyet bunun neresinde?
Geçen şubat ayında ise “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlığıyla bildiri yayınladıkları için siyasî iktidarın hedef gösterdiği 2 binin üzerinde akademisyen için YÖK ve kimi üniversite yönetimleri ve de emniyet “gereğini” yapmıştı. Akademisyenlerin ne gözaltına alınmadıkları kalmıştı, ne görevden uzaklaştırılmaları ne üniversitede odalarının basılması ne emniyetçe tehdit edilmeleri ne de Sulh Ceza Hâkimliklerinde tutuklanmaları…
Bildiri yayınlayan akademisyenlerle dayanışma amacıyla “Barış Talebinde Israrcıyız” konulu basın açıklamasından sonra tutuklanan 4 akademisyenden biri Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji bölümünde Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan’dı. Diğer üniversite yönetimleri sessizliğini korurken Boğaziçi’nin Rektörü Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu, akademisyenlerin tutuksuz yargılanması için Cumhuriyet Başsavcılığı ile görüşmüştü.
Şimdi Prof. Dr. Barbarosoğlu, temmuz ayında üniversitede yapılan seçimlerde 447 öğretim üyesinin 403 oyu ile yeniden rektör seçilmesine rağmen YÖK tarafından görevlendirilmiyor. Milliyet yazarı Abbas Güçlü’nün yazdığına göre, YÖK Başkanı’nın hem Barbarosoğlu hem de rektörlüğü vekâleten yürütülen Bilgi Üniversitesi’ndeki adaylar hakkında çekinceleri varmış meğer. Kampüste ve derslerde kimi sorunların oluştuğundan şikâyet eden Boğaziçili öğrenciler de soruyor: Okulumuzun rektörlük kurumunun neden işletilmemesi tercih ediliyor?
Sorunlar binlerceydi ve ülkede bu aydın nefretinin bir “geleneği” vardı: 1960’ta Demokrat Parti iktidarının baskıcı uygulamalarını protesto eden üniversite öğrencilerinin yanında yer alarak hürriyet isteyen akademisyenler “kara cübbeli”; 12 Eylül’de sıkıyönetimin hak ihlallerine karşı yaşam hakkını, adaleti, demokrasiyi dillendirmek için ‘Aydınlar Dilekçesi’ne imza atanlar “vatan haini”; bu kez çatışmalara son verilmesi, diyalog yolunun açılması için ‘Barış Bildirisi’ yayınlayan akademisyenler “aydın müsveddeleri” idi.
Göç ediyorlar
15 Temmuz darbe girişiminin ardından daha da ağırlaşan bir durum söz konusu. Olağanüstü hâlin süresi uzatılırken, YÖK’ün yaptığı yazılı açıklamaya göre, devlet ve vakıf üniversitelerinde toplam 5 bin 247 akademik personele ilişkin işlem başlatılarak, 4 bin 225 kişi hakkında görevden uzaklaştırma kararı alınmış. Çıkarılan kanun hükmünde kararnameler ile 2 bin 341 akademisyen tasfiye edildi. Bu akademisyenlerden 44’ü Barış Bildirisi’ne imza atanlar.
OHÂL ile kamu kurumlarında, yargıda, medyada, sendikalarda olduğu gibi üniversitelere dönük de topyekûn ve peşinen bir “cezalandırma” uygulanıyor. İnsanlar bir gecede işsiz, evsiz, sokakta kalıyor. Bilim İnsanı Kurtarma Fonu siyasî yaptırımlar, hapis cezaları ve şiddet görme kaygısı gibi nedenlerle en çok başvurunun Türkiye’den olduğuna dikkat çekiyor. Hak ihlallerinin ifadesi iktidar çevrelerince “mağdur edebiyatı” diye nitelendiriliyor şimdi.
Geçtiğimiz günlerde Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yapılacak panelin ise fakülte yönetimince yasaklandığını öğrendik. Yasağın nedeni umuma açık alanlarda toplantı ve gösterilerin valilik tarafından yasaklanmış olması. Yasak yasağı çekiyor, üniversite kendi içinde böyle bir otosansüre gidiyor. Geçen mart ayında Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yapılacak panele haftalar öncesinde davet edilen gazetecinin (İsmail Saymaz) daha sonra fakültenin yönetim kurulunda yer alan kimi üyeler tarafından “sakıncalı” bulunması gibi.
Bu tür kısıtlamalar OHÂL olsun olmasın üniversitelerde etkinlik afişlerinin sergilenmesine izin verilmemesinden tutun da basın açıklamalarının polis gücüyle bastırılmasına kadar uzanıyor. Prof. Metin Günday Ankara Üniversitesi’ndeki yasağa karşı “Türkiye’nin en köklü hukuk fakültesinde OHAL rejiminin hukuki durumu bile konuşulamayacak. Olacak şey değil. Hukuk fakültesi yönetiminin bunu engellemesi ne kadar acı bir şey. Maalesef Ankara Üniversitesi bunu yapıyorsa Türkiye’deki diğer üniversitelerin durumunu düşünün” demiş. Diğer üniversitelerin durumu da işte öyle.
Üniversitede, akademik eğitiminin verildiği yerde, hukuk konuşmak yasak! Basın özgürlüğünden söz etmek yasak! İfade özgürlüğünden bahsetmek… O da yasak!
Üniversitenin iradesi tamamen yok sayılmak isteniyor
Ve geçen hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan “durum tespiti yaptı.” Rektörlük seçimleri için “Görünüşte demokratik” dedi. Üniversitede yapılan rektörlük seçimlerinin gruplaşmaları, hizipleşmeleri, kırgınlıkları artıran bir işleve büründüğünü ifade etti ve ekledi: “Bunun için rektör atamalarındaki mevcut usulden vazgeçilmesi, üniversitelerimizin de ülkemizin de yararına olacaktır.”
İki gün sonra YÖK Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç ise “Devletin, fonladığı üniversitelere yönetici atanmasıyla ilgili yetkisinin büyük ölçüde kısıtlanması tasvip edilecek bir husus değil” dedi.
AKP geçen ağustos ayında rektör atama yetkisini “doğrudan” cumhurbaşkanına veren bir önerge sunmuştu. Parlamentoda muhalefetin itirazı ile kabul edilmeyen önergeye göre, üniversitede rektör seçimleri tamamen kaldırılacaktı.
12 Mart 1971 askerî darbesi sonrası çıkarılan 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’na 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında Aralık 1982’de konan ek bir maddeyle sıkıyönetim komutanları kamu görevlilerinin işlerine son vermeyle yetkilendirildi. Bu değişiklikle sayıları binlerle ifade edilen kamu görevlisinin işine son verildi. Görevlerine son verilenler arasında profesör, doçent ve yardımcı doçentler de vardı. Binlerce akademisyen uzaklaştırıldı.
Hayata geçirilen her kurum ve faaliyeti ve her uygulama aynı zamanda o dönemin rejiminin niteliğini de gösterirmiş. YÖK’ün faşizmle anılan 12 Eylül’ün ürünü olması gibi.
Akademik yılın açılışı töreni tıpkı adlî yıl açılış töreni gibi bu yıl ilk kez Saray’da yapıldı. Rektörlerin hazır bulunduğu, bazılarının Saray’ın bahçesinde “selfie” çekme telaşına düştüğü törenin “geleneksel hâle getirileceğinin” ilân edilmesi; ülkede üniversitelerin özerkliği ve üniversitelerin yönetici profili konusunda da rejimin niteliği hakkında da fazlasıyla ipucu veriyor. (SE/EA)