Görsel: Sosyal Medya
Sayın Hakim,
Bugün buraya sadece ifade vermeye ya da savunma yapmaya gelmedim. Bugün kırk sene boyunca öğrenmeye ve öğretmeye verdiğim emeğin sonunda bazı konulara açıklık kazandırmak için geldim. İnanıyorum ki şu anda siz, ben, öğrencilerimiz, avukatlarımız ve hocalarımız hep birlikte bu sürecin içinden benzer duygular ile geçeceğiz.
Çocukken küçük bir apartman dairesinde yaşadığım ve doğaya hasret büyüdüğüm için doğa resimlerine bakmayı severdim ama onlarla pek bir bağ kuramazdım.
Öyküler okurdum hayal kurardım ama doğa nedir çok bilmezdim. Üniversiteye başladığımda tıpkı bu ucundan kıyısından gördüğüm doğa resimleri gibi benim için bilinmez bir resmin içine dalmıştım. İlk girdiğim derste hocamız bize edebiyatın ve sanatın iç içe olduğu, dünyanın dört bir yanından hikâyeler ile dolu bir ders verdi.
Benden farklı düşünceler
Ders verirken sigara içiyor, çay içtiği kupanın üzerindeki Virginia Woolf resmi ile bağ kuruyor, bizi sorularıyla adeta büyülüyordu. Her şey tuhaf ve kışkırtıcı geliyordu çünkü ilk kez ben yaşlarda bambaşka insanlarla konuştuğumda hiç duymadığım fikirler ortaya dökülüyordu. Benden farklı düşünceleri, farklı kıyafetleri, farklı hareketleri vardı.
Bu derse girdiğimizde başka bir gezegene gitmiş gibi oluyorduk. Hocamızın bunda o kadar çok payı vardı ki bana o gün sorsalar özgürlük ne diye, doğrudan işte bu derstir derdim. Sınıftan çıktığımızda ise apayrı bir fiziksel dünya beklerdi bizi. Kirli duvarlarla bezeli koridorun ucunda tuvaletten gelen kesif koku, küçücük bir kafeterya ve kapıda her gün polis kontrolü. Kitaplarımızın ismine kadar bakarlardı.
Ve her gün bu kontrolden geçerek Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nin ücra bir köşeye atılmış o eski püskü binasında hangi metot ile İngilizce nasıl öğretilir bunları öğreniyorduk.
Açıkçası çok düşünerek girmemiştim bölüme fakat orada bambaşka insanlarla olmak ve o hocaların derslerine girmek o kadar hoşuma gitmişti ki kendimi şanslı sayıyordum. Sayelerinde zaten çoktan sanata ve edebiyata tutulmuştum.
Bir de bir efsane vardı: Boğaziçi Üniversitesi. Kocaman ışıltılı bir isimdi; hepimiz biliyorduk en iyi üniversiteydi, puanları yüksekti ve oraya ancak çok zeki, çok çalışkan öğrenciler girerdi ama ben hiç de çaba gösterip o kadar çalışacak biri değildim. Sonra bir gün Boğaziçi'nde okuyan bir arkadaşım beni spor festivaline davet etti, işte ilk kez o gün üniversite sınavı için çok çalışmadığıma üzüldüm.
Benim de elbette birinci seçimim Boğaziçi idi ama kazanamamıştım. Nasıl bir üniversiteydi o öyle? Bir kere kapısında bizim üniversitemizdeki gibi polis yoktu. Sonra o görkemli mimari, o meydan, ağaçların, çiçeklerin güzelliği, kediler, köpekler, Boğaz, herkes ne kadar mutluydu.
Bizim hocalarımız da çok iyiydi gerçi ama burada dersten sonra herhalde saatlerce vakit geçirebilirdim. Belli ki öğrenciler dersten sonra kampüsten illa çıkmak zorunda kalmıyordu. İçimden "ah be dedim İpek, keşke biraz çalışsaydın". Sonra üç kez kütüphanesine kaçak gittim görevli her seferinde orada öğrenci olmadığımı anlayınca kütüphaneden attı beni. Anlaşılan girmek istiyorsam çalışmam gerekiyordu.
Burada bir duralım. Ben yetmiş ve seksen darbesi arasında doğduğum için üniversiteye başladığım zaman ilk önce dedem nasihat verdi, "Düşünce suçu nedir biliyor musun" dedi. "Sanki duydum" dedim. Bana "düşünceleri düşünebilirsin ama onları söyleme yeterli” dedi. Bu sözü hiç unutmadım. Çünkü sevmemiştim.
Mantıksız gelmişti. Sonra bana “seni üniversitede örgütlere almaya çalışacaklar sakın girme” dedi. Açıkçası ben zaten hep aşık olmakla meşguldüm.
Kendi başıma yaşayabilmek
Özellikle de şiir ve tiyatro ile ilgilenenler ilgi alanıma giriyordu. Sonunda yine birine tutuldum ve peşinden Paris'e gittim. Böyle kolayca söylediğime bakmayın, epey zor oldu. Fakat yine kendimi bir devlet üniversitesinde okurken buldum. İlk gün amfiye gittiğimizde “rektör gelecek” dediler.
Rektör geldi karşımıza çıktı, öğrencilerin hesap soran tepkisi üzerine amfiyi terk etti. İlk kez böyle bir şeye şahit oluyordum. “İşte üniversite tam anlamı ile budur” diye düşündüğümü hatırlıyorum; biz Marmara'da polis kontrolünden geçiyorduk, burada öğrenciler rektöre açıkça isteklerini ifade edebiliyorlardı. Rektör öğrencileri yatıştıramıyorum diye o gün kampüse kolluk kuvvetlerini çağırmadı, sadece toplantıyı erteledi.
Ben ise ilk kez sabahtan akşama kütüphanede kalıyordum. Yapayalnız hissediyordum, o yüzden hep yazıyordum. Orada da öğrenciler farklıydı, hocalar farklıydı, dersler farklıydı; gün oluyor kütüphanede yer bile bulamıyordum.
Param olmadığı için İstanbul'daki gibi yaşayamıyordum, ailemden arkadaşlarımdan uzakta, orada yaşayabilmek için okumak zorunda kalmıştım. Çünkü evlenip orada kalmak kendime saygısızlık gibi geliyordu bana. Kendi başıma yaşayabilmeli, kendime yetebilmeliydim. Zordu ama buna değerdi. Hem sonuçta altı üstü üniversite idi. Okuyup öğrenip bir de işte tez yazıyordun.
İşte bütün bunlardan sonra Boğaziçi Üniversitesi'ne öğrenci olarak geldim ben. Kısacası ben sonradan Boğaziçiliyim. Ve bu üniversitede geçirdiğim üç yıl boyunca daha sonra Barış için Akademisyenler davasında birlikte yargılanacağım danışmanım ve başka bölüm hocaları sayesinde bilimin ne olduğunu öğrendim. Nasıl yapıldığını, etiği, metodolojiyi, öznelliği, nesnelliği ve bütün bunların yanı sıra hiçbir yerde görmediğim kadar barışçıl bir üniversite ortamını ve liyakatin önemini. Ve öğrenciye saygıyı.
Yirmi altı yaşımda bir özel üniversitede öğretim görevlisi olarak yarı zamanlı çalışmaya başladım. Bir gün o zamanki bölümden yaşı benden büyük bir hoca "öğrenciler müşterimizdir” dediğinde orada daha fazla kalamayacağımı anladım. Üniversitenin hayatımda olmadığı o tek yıl sadece yazarak ve çeviri yaparak kiramı ödeyemeyeceğimi gördüm. Ya yine bir yayınevi kapanıyor ya da para vermeyi sürekli erteliyorlardı.
Boğaziçi'ne ders vermek için başvurdum. Ve kabul edildim. İnanılmaz mutlu olmuştum. Annem o zamanlar henüz sağlıklıydı, yürüyebiliyordu, onu çağırdım. Birlikte üniversitede dolaştık, fotoğraf çektik. İşte sonunda ben de hoca olmuştum. Ve gerçek anlamda ders vermem o zaman başladı.
Neden üniversiteye kilit vurulur?
İlk yıl öğrencilere bir şeyler öğreteceğimi sanırken onlardan öğrenmeye başladım. Yavaş yavaş aramızda muhteşem bir denge kuruldu. Yıllar sonra Hazırlıkta ders verdiğim için onların üniversiteye girdiğinde neler hissedebileceklerini biliyordum. On altı yıl boyunca yüzlerce öğrenciye ders verdim, onlardan ders aldım. Zamanla üniversiteyi daha iyi tanıdım. Başka bölümlerden hocalar ile tanıştım. Yıllar içinde üniversitenin nasıl bir yer olması gerektiği giderek daha belirgin oldu. Bir gün Starbucks açıldı, o zamanki rektör Kadri Özçaldıran ile toplantı yapıldı.
Öğrenciler ve rektör arasındaki bu diyalogda öğrencilerin kendilerini ifade edişleri görmeye değerdi doğrusu. Bu toplantılarda rektör öğrencileri değil, öğrenciler rektörü sınıyordu. Ve her seferinde her durumda baskı, şiddet, tehdit olmadan öğrenciler ve hocalar ve yönetim Boğaziçi Üniversitesi'nin kadim kültürünü, geleneğini sürdürüyordu.
Peki ya şimdi her yere takılan güvenlik kameraları kimin için? Öğrencileri ve hocaları ve bu barışçıl geleneği koruması beklenen özel güvenlik kim için? Bir zamanlar öğrenciler üşümesin diye üstlerini örten özel güvenlik nasıl oldu da şimdi tekme tokat öğrencilere saldırabiliyor?
Neden bir üniversiteye kilit vurulur? Üniversiteye neden polis çağrılır? Ve neden bu polis kampüse girip gencecik insanları özel güvenlik ile yerlerde sürükler? Annem yürüyebiliyordu dedim. Şimdi yürüyemiyor. Kendisi Hukuk Fakültesi'nde öğrenim görürken öğrencilik hayatının öğrenci eylemlerinde yürümekle geçtiğini söylemişti. Şimdi ise bambaşka bir nesilden söz ediyoruz burada.
Fakat yasalar ve insanlar değişse de insanlık onuru denen şey sanıyorum bakidir. Gözaltına alınmadan önce şahit olduğum polis şiddeti karşısında on altı yıl boyunca ders verdiğim kampüste öğrencilerin yerde sürüklenmesine seyirci mi kalsaydım? Kafası otobüse vurularak gözaltına alınan bir öğrenciye hangi anda ve zamanda ders vermem beklenir? Hayır. Kabul etmiyorum. Sizin çocuğunuz son derece barışçıl bir alanda, emek verip liyakat ile hak ederek geldiği bir yerde saldırıya uğrayacaksa ve ben oradaysam bu şiddet karşısında sessiz kalamam.
Bir gün metroda bir babanın kızının Boğaziçi Üniversitesi'ne girdiğini yanındaki arkadaşına anlatışına tanık olduğumda ne kadar sevindiğimi anlatamam. Biz sadece öğrencilere değil, ailelerine, topluma, herkese karşı sorumluyuz. Kampüste öğrenciye şiddeti seyretme gibi bir lüksüm yok. Yoksa bugün üniversite öğrencilerini sakat bırakıp ömür boyu öğrenimlerini engellemek ise mesele, burada iyi niyetli bir durum söz konusu olamaz.
Yargılandığımız dava konusunu biraz inceledim. Anladığım kadarıyla polis yürüyüşlere ancak yürüyenleri korumak amaçlı katıldığında görevini yapmış oluyor.
Demek ki bu olayda görevini yapmamış. Burada çok ama çok büyük bir yanlış daha var. Yıllarca bir kendini ifade etme özgürlüğü geleneği devam ederken, tam da Boğaziçi'nden olan birinin, yani iki yıl beş ayı aşkın bir süredir Boğaziçili akademisyenlerin her gün 12.15-12.30 arasında kampüste tuttuğu nöbette (sessiz protestoda) söylediğimiz gibi atanmış/kayyım rektörün, bu geleneği engellemek istemesi ve kampüse kolluk kuvvetlerini çağırıp öğrencilere gözaltı yapılmasına izin vermesi ne ile açıklanabilir?
O gün rengârenk makyajları, kıyafetleri ile kendi evlerinde neşe içinde gencecik öğrenciler gördüm ben. Hâlâ sağlıkları yerinde olan, cıvıl cıvıl, insan olmanın gerektirdiği kendini ifade etmeye cesaret eden insanlar gördüm. Ben eminim sizin karşınıza da bambaşka davalar geliyor. İnsanları dinliyorsunuz.
O gün ise orada o öğrencileri destekleyen, onlara kalbini açacak bir yönetim yoktu. Yoksa son iki buçuk yılda sessiz sedasız intihar eden öğrencilerimizin üzüntüsü kendilerine çok mu hafif geliyor? İki öğrencimizin doksan dört gün boyunca hapiste yatmışlığı mı yetmiyor?
Peki bu nasıl yönetim?
Ne yapalım bu öğrenciler bizim istediğimiz gibi mi gülsünler? Cinsel yönelimlerine, saç renklerine mi karışalım? Bizim istediğimiz gibi mi yemek yesinler? Yedikleri yemekleri de lokma lokma sayalım mı? Bu akademik bir beklenti değildir. Hayata dair bir beklenti ise hiç değildir. O zaman ne yapacağız?
Kolumdan tutulup polis çemberine atıldıktan aylar sonra bu çemberin bir adının da “tecavüz çemberi” olduğunu öğrendim. Kanım o günkü gibi bir daha dondu. Otobüsten indirilip tek sıraya dizilip Vatan'da kelepçeli bir halde karanlıkta filme alındıktan sonra sizce ne düşünmeliydim? Polisin yanımızda durarak doktor kontrolüne girmemiz ne demek? Bugün yönetim benim bir darp raporum olduğunun bile farkında değildir. Peki bu nasıl bir yönetim ki bize bunları reva görüyor?
Otobüste bir polis memuru bana “sen benim hocam değilsin” demişti. Kırk yıllık emeğimin sonunda kime neyi öğreteceğimi bilecek kadar haddim var. Ama hiçbir üniversite yönetimi beni ve öğrencilerimizi kelepçeletip on saat işkence yaptırma hakkına sahip değil. Keza bizi korumakla görevli polis de bizleri kelepçeleyip, o halde on saat boyunca karanlık ve havasız otobüste insan onuruna aykırı bir şekilde tutma hakkına sahip değil.
Hepimiz oraya hak ederek, çalışarak, liyakat ile geldik. Yönetimde olup üniversiteye emek vermek demek öğrencilere ve hocalara bunu layık görmek olamaz; üniversite ne öğrenci ne hoca olmadan hiçbir şey ifade etmez. Bir avuç zengin dünyayı tepeleyecek diye devletin üniversitesine konamaz.
Yoksa eğitim eşit olmaz, orada bilimden de söz edilemez. Boğaziçi Üniversitesi kimsenin özel malı mülkü değil. Ve zenginliğin karşıtı da fakirlik değildir.
Zenginliğin karşısında adalet vardır. Ve ben Sayın Hakim, bugün buraya bunca söz etmeye geldiysem, kampüste maruz kaldığımız bu şiddetin karşısında hukukun üstünlüğüne inancımdan. Ve bunun değerini ta o ilk başta sözünü ettiğim sigarasını içerek ders veren hocamın derslerine kadar götürebilirim. Ne güzel tesadüf ki kendisi de bir zamanlar danışmanım olan hocamın eski öğrencisi.
Burada yargılanan bütün öğrenciler öğrencimizdir. Aralarından biri de benim ders verdiğim bir öğrencim. Bu sefer mahkemeye hocam ile değil bir öğrencim ile çıkıyorum.
Şayet Boğaziçi Üniversitesi'nde daha önceden olduğu gibi üniversite hocalarının seçtiği bir rektörden söz etseydik, ne bugün burada olacaktık, ne de ben istifa etmek zorunda kalacaktım.
Akademik özerklik ve hukukun üstünlüğü ancak bir grup insanın tekelinde olmadığında ve her gün Boğaziçili akademisyenlerin nöbet tutarak yaptığı üzere yüzümüzü karanlığa değil, ayçiçekleri gibi güneşe çevirdiğimizde dünyamızı güzelleştirebiliriz. Çünkü akademi biat etmez. Bundan hiç şüphem yok.
Şayet bunun aksini iddia edecek biri çıkarsa ona insanlık tarihinin kendisiyle başlamadığını hatırlatmakta beis görmüyorum. Ve bütün bunlar en iyi şekliyle üniversitelerde tartışılır sanıyorum. Yönetimler gelir geçer, ama vicdan gibi temel insani değerler unutulacak değerler değildir.
Zamanınızı aldım kusura bakmayın fakat Boğaziçi Üniversitesi'ndeki hocalarıma ve öğrencilerime bunca yıldan sonra saygımı ve sevgimi ifade etmeyi bir borç biliyorum.
Hukuki savunmamı avukatım çok sevgili Sayın Meriç Eyüboğlu'na bırakıyorum.
(İS/EMK)