“…
Benim yalnız bakışım
herhangi bir gökkuşağının
çözülüp düşmesine tutkun.
Masum dileğini izler
yeğin bir kasırganın:”
Nilgün Marmara
Sandıkların hikayesi merak uyandırır. Çekmeceler ise çocukluktan gelen o karşı konulmaz arayışın bir istenç olarak kapatıldığı küçük kutulardır, o yüzden hep kurcalanması gerekir ve gizini kulpuna bırakır. Çocukluktan yetişkinliğe doğru, kurcalanan çekmeceler, ihtiyaç duyuldukça açılan küçük kuyular olur. Evlerin kuytu köşesindedir sandıklar. Üstelik, kendi hayat ağırlıkları yetmezmiş gibi içlerine sığmayanı, üstlerinde taşırlar, yıkılmaz emanetçileridir diğer eşyaların. Sandıklar, ağırdır, büyüktür. Hayat tanımını varlıklarıyla yaparlar. Muhtemelen çeyiz denen sararmış, biriktirilmiş hayallerin ahşap anıtlarıdır. Çoğunlukla annenizin gençliğine kırgın bir ithaf gibi kapalı kapağının altında geçmişin masalcısı misali dururlar. Bekleyişlerin, özleyişlerin, oya gibi işlenmiş hayal kırıklıklarının, dantelli mutlulukların, sabun kokulu hatıraların, beyazlığından suçlu havluların içinden taşamayan ferahlıkların, ucu yırtılmış mazinin fotoğraflarına eklenen sevinçlerin ve üzüntülerin üzerine kapatılan kapağının altında heybetlidirler.
Sandığın içine sığmayanların terk edildiği çekmecelerse bekler. En çok açılmayı. Sandık kadar sağlam olmamaları sakladıklarının her an ortaya saçılmasından korktukları içindir. Çekmeceler, bir elin dokunuşuna telaşlanırlar. Varlıkları genelde hoyratlığa teslim, talihleri yoğunlukla eskimeye mahkumdur. Aile, biraz böyledir: Sandıkların ve çekmecelerin ardına gizlenen koca bir dünya. Sandığın kapağını kapatan, çekmeceleri kimse yokken karıştıran. Kapağı koyu bir ağırlığı taşıyan sandığın yükü, geçmişle gelecek arasında ileri geri hareket etmekten yorgun düşen çekmecelerin kırılganlığından sorulur.
Kabuk, bu yüzden… Ve bu yüzden böylesine kalın sıradanlığımız
Zeynep Kaçar, Kabuk romanı ile kelimelerin aslî görevi olan suskunluğu, aileyi dile getirerek parçalıyor. Sandığın kapağını açıyor, çekmecelerin yerini değiştiriyor.
Ailenin o kıramadığımız, içinden çıkmaya çalışırken bocaladığımız, nefret ettiğimiz, yabancısı olduğumuz, anlayıp yorumlayamadığımız kabuğunu anlatıyor.
Sırları. Büyümenin zorluğunu. Yersiz yurtsuz yetişkinliğimizi. Duyguların hapsolduğu ruhların bir türlü yer edinemediği bedenlerde nasıl kaskatını kaldığını virgülle nefeslenmeyen uzun cümlelerle haykırıyor.
Kimsenin bilmediklerini. Toplumsal cinsiyet rollerinin alnımıza yapıştırılan etiketlerinin o ürkütücü etkisini gösteriyor.
Bir varlık alanını tanımlamaktan çok “kurum” olan ailenin toplumsal ve ahlaki arazlarını, tamamlanamamışlığının parçaladıklarını detaylandırıyor.
Özellikle kadınların zorunlu bırakıldıkları yaşam tahayyülüne, kapalı kapılar ardında onların kulaklarına fısıldananlara, yuva bellemeleri gereken görevlerine, bedenlerine sığmayan çığlıklarına, korkularına, terk edilişlerine, sorgulayışlarına, mutsuzluklarına, endişelerine, güvensizliklerine ayna oluyor.
Aynanın sırrı dökülüyor. Hakikat, anlamı katmanlara ayırıyor. Büyüdükçe kabuğun yarasından sızan öfkeye sesleri ekliyor. Kadınların seslerini. Hangi kadının sesinden okursanız okuyun cümleleri, size ait oluyor.
“Hayat gelir ve geçer. Ağır ve karanlık ve yorucu ve uykusuz ve zalimdir hayat. Umduğunla başına gelenler arasında dünyadan güneşe uzanan yol kadar mesafe vardır. Hep mutlu olmayı ummak kocaman bir aptallıktır. İnsan sadece kendi olmalıdır. Kendi denilen şey ne ise o. Sınırları vardır, bir ara çizer insan, yürüdüğü yollar boyunca çizer, tanıdığı insanlara baka baka, yaşadıklarından anladığıyla, aynaya baktığında gördüğüyle çizer insan, birtakım dallara taşlara, çalılara takılır yol boyunca ve her bir çizik yara bereyle kendinin tarifini çizer derisine. Parmak iziyle, gözünü eğişiyle utanırken, başını biri seslendiğinde arkaya doğru çevirişiyle, sevdiği kabak tatlısıyla, sevmediği mor desenle, kocasına göre aldığı şekille, doğurduklarının başka insanlar olduğunu gördükçe, kızdığında söylendikleriyle, susup içine attıkları ve kimsenin bilmediği hisleriyle. İnsan sadece kendi olmalıdır.”
Kabuk, yazarın yarattığı akışkan zamandan, yıllar boyu baldıran zehri gibi ailenin açtığı gedikte birikenleri, yaralanan hayattan ayırıyor. Torun Füsun, annesi Sezin ve anneannesi Sabiha, birlikte iyileştiremedikleri hayat kesiklerini, içlerinde muamma kalan duygularını tüm öfkeleri ve cesaretleri ile zihninize yerleştiriyorlar. Her bölümde değişen anlatıcılar hikayeyi çizgisel olmaktan çıkarıp zamanı büküyor. Zeynep Kaçar, ailenin odalarında eşyaları öylesine yerli yerine oturtuyor ki bilinç akışının hızı, sağlamlığı ve dilinin sınırsızlığı güçlü kurgunun etrafında yeni bir zaman ve uzam yaratıyor. “Baştan aşağı bir acımasızlık meselesi olarak erkek olmak”, romanın erkek kahramanlarının kendi anlattıklarından ziyade kadınların onlar hakkında söyledikleri ile anlam kazanıyor. Güven ve mutluluk arayışı, ailenin kadınlarının kumaşlar ve yemekler üzerinden anlamlı kılmaya çalıştıkları, hayatın efsunlu kaçışlarına ekleniyor. Anılar, dikenli tellerle çevriliyor. Romanın kadınları bu telleri koparırken özgürleşecekleri bir bahçenin hayaline düşüyor. Kilolarının sorun olmadığı, aldatılmadıkları, hayat sorumluluğunu sırtlarına yükleyenleri geride bıraktıkları, sokaklarda istedikleri saat varolabilecekleri bir hayatın hayali. Sürekli bağışlayıcı olmadıkları, sözlerinin hükümsüz sayılmadığı, matemli hüzünlerini ve kederlerini geride bırakabilecekleri bir dünyanın olanaklılığını sorgulatan romanın kadınları, gizli de olsa dünyaya inanma inadını taşıyor.
“…Mesafe. Evet. Mesafe çok mühim. İçinden bakarsan görünmüyor lakin biraz uzaktan bakarsan gerçekler olduğu gibi duruyor karşında. Kimbilir neleri fark edemiyoruz çok yakından baktığımız için? Hatta kendimizi bile!”
Aile, kendi kabuğunu Kabuk’un sayfaları arasında kırıyor, parçalanıyor. Etrafa saçılan parçaları toplama görevini mi üstlenirsiniz yoksa o kabuğun yabani, sıradan, eskidikçe tozlanan, rutubetle havasız kalan yerinde mi kalmak istersiniz bilinmez lakin Kabuk, bedene ve ruha biçilen kumaşların epriyen yerlerini yamamak yerine o kumaştan kurtulmanın yollarını arayanları anlatıyor. Bu sayede akıl ve delilik, güzellik ve çirkinlik, iyilik ve kötülük romanın metninde alt okuma yapmanıza olanak tanıyacak başlıca alanları betimliyor. Ailenin makûs kabuğunu kırmak için makul olmakla cesaret gösterebilmek arasındaki yerde Zeynep Kaçar, sandığın kapağını ustalıkla açıyor, çekmeceleri kurcalamayı size bırakıyor.
“Başkaları, sandığımız kişi olmadığımızı hatırlatmak için giriyor hayatlarımıza. Biz kendimizi aşağı yukarı bir şeylerle tanımlarken, onlar bize başka bir yüzümüzü gösteriyor. Kendi gerçeğimizin dışına çıkıp bakıyoruz ve öyle ya da böyle kabul ediyoruz yeniden tarif edildiğimiz hali.”
(FD/AS)
* “Kabuk”, Zeynep Kaçar, Sel Yayınları, Ocak 2017, 173 sayfa.