Son günlerde kadının çalışma yaşamına katılımına etkisi ve doğum desteği yönleri ile gündeme gelen Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı’nın bir de çocuklar ve devletin onlara sağlamakla yükümlü (ÇHS 18) olduğu koruyucu çevre açısından incelenmesi gerekir.
Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı’nda, çocukların doğumu anında aileye bir yardım yapılması, ailenin çocuk için para biriktirmesi halinde buna devlet tarafından katkı verilmesi, doğum izni süresinin uzatılması ve yarım zamanlı çalışma olanağı ile anne-babanın çocuklarının bakımında daha fazla rol üstlenmesinin sağlanması gibi yenilikler düzenleniyor. Bu program, aynı zamanda, daha önce başlatılmış olan ve her aileye bir aile danışmanı görevlendirilmesi esasına dayalı Aile Sosyal Destek Programı’nın uygulanmasını da kapsıyor.
Program 2013-2018 yıllarını kapsıyor ve bu beş yıllık dönem için hedefleri şunlar: 175 bin kişinin evlilik öncesi eğitim programına, 175 bin kişinin aile eğitim programına, 40 bin ailenin aile danışmanlığı programına, 600 bin kişinin kötü alışkanlıklar ve bağımlılıkla mücadele programına, 30 bin tek ebeveynin aile eğitim programına, 165 bin ailenin finansal okur yazarlık eğitim programına katılımını sağlamak.
Program ile aynı zamanda, doğurganlık hızının 2.07’den 2.1’e çıkarılması hedefleniyor. Bu da 611 bin daha fazla çocuğun doğması demek oluyor. Oysa bu programla, artması beklenen nüfusun bile sadece ¼’ünün ailesine ulaşılabilecek. Bu gerçekler karşısında önümüzdeki programı bir “eylem planı”ndan daha çok bir “proje” olarak kabul etmek gerekir. Sorun şu ki, bu proje, çözmeye çalıştığı sorunu büyütmeye yönelik bir hedefe ve bunu kapasitesinin sınırlılığına bakmadan yapmak gibi önemli bir etik soruna sahip. Dolayısıyla üzerinde çalışılmasına ihtiyaç var gibi görünüyor.
Aile, kadın ve çocuk konularındaki bakış açıları, programların kapsamını ve niteliğini de esaslı biçimde belirliyor. Bu yönü ile açıklanan programa yönelik birçok eleştirimiz bulunmasına rağmen, sonucu itibariyle çocuğa yararlı olacak girişimleri destekleme konusunda olumlu ya da olumsuz bir karar vermeden önce, iyice anlama yükümlülüğümüz olduğunu düşünüyoruz. Bu yazı, bu anlama çabası ile ilgili bir girişim olarak kabul edilmelidir.
Ailenin ve Dinamik Nüfusun Korunması Programı’nda öngörülen doğum anında verilen yardıma bir kereye mahsus olmasına rağmen karşı çıkmaya olanak yok. Ancak, her üç çocuktan ikisinin şiddetli maddi yoksulluk tehdidi altında olduğu bir ülkede, bu programa bağlı bir umut oluşturmak için bu yardımın neye yarayacağını biraz daha anlamaya çalışmak gerekir: (1) 2013 yılında yapılan Türkiye’de 0-8 Yaş Arası Çocuğa Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması’na göre, örneğin; 0-2 yaş grubundaki çocukların yüzde 17’sinin kendine ait bir beşiği bulunmamaktadır. Dolayısıyla acaba doğum yardımı, bir bebeğin hangi ihtiyaçlarını karşılamaya yetecektir? (2) Gene aynı araştırmaya göre, 0-8 yaş grubundaki çocukların yüzde 60’ının okul malzemesi, yüzde 55’inin yaşına uygun kitapları bulunmamaktadır. Doğumdan sonraki dönemlerdeki ihtiyaçlarının karşılanması için çocuğun ailesinin desteklenmesini talep hakkını (ÇHS 18) hayata geçirmeye yönelik plan nedir?
Doğum sonrası yardımlar ile ilgili de iki öneri dile getiriliyor: Bunlardan ilki “asgari düzeyde dahi tüketim yapamayan” hanelere sürdürülebilir şekilde asgari tüketim düzeyinde sosyal yardım verilmesi; diğeri ise, aile tarafından biriktirilecek çeyiz parasına devletin katkı yapması.
İlki kurgunun “tüketim” üzerinden yapılmış olması nedeniyle oldukça sorunlu olsa da, temel gelir güvencesine denk gelecek bir uygulama oluşturması mümkün olduğundan, bütün programın en önemli eylemidir. Ancak “Bu yardıma ne zaman başlanacak, hangi koşullar ile verilecek, kaç kişiye ulaşacak” gibi soruların cevaplarının henüz belli olmadığını belirtmek gerekir. Bu gibi önemli planların, kamuya açık biçimde oluşturulması ve bütün altyapısı oluşturulduktan sonra duyurulması yöntemini tercih eden sorumlu bir yöneticilik anlayışına ihtiyacımız var.
“Çeyiz Hesabı” olarak anılan ikinci öneri ise, hem paranın biriktirilme sebebinin pedagojik yönü bakımından, hem de eşitlik ilkesi açısından tartışmalıdır. Bu eylemin de nedenini, nasılını anlamaya ihtiyacımız var: (1) Neden çocuğun eğitimi ve gelişimine yönelik işler için değil de çeyiz parası biriktiriliyor? (2) Türkiye’de çocuğu için her ay 100 TL biriktirebilecek kaç aile var? (3) Bunu yapabilen aileye destek verirken, yapamayan aileye destek vermeme çelişkisini gidermek üzerine ne düşünülmektedir?
Bu noktada da devreye Aile Sosyal Destek Programı (ASDEP) giriyor herhalde. Umarız öyle değildir; zira böyle bir model adil bir model olamaz. Bu bağlamdan ayrı tutarak Aile Sosyal Destek Programı’nı da anlamaya çalışmak gerekir. Bu sistemde her ailenin bir aile danışmanı olacağı ve aile danışmanlarının sosyal hizmet görevlilerinden oluşacağı –ki, o da mesleki uzmanlıkların uygunluğu bakımından sorunlu– söyleniyor. Her bir sosyal hizmet görevlisinin 500 aile ile ilgilenmesi öngörülüyor.
CNNTürk televizyonunda 11 Ocak Pazar günü yayınlanan bir programda açıklama yapan ASP Bakanı Ayşenur İslam halihazırda bu kadroda istihdam edilen 2500 kişi olduğunu ve yaptıkları hesaba göre ise 4500-5000 kişiye ihtiyaçları olduğunu belirtti. Bu durumda kadro tamamlandığında ulaşılabilecek aile sayısı maksimum 2 milyon 500 bin olacak.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2011 yılına ilişkin nüfus ve konut araştırmasına göre, Türkiye’deki hane sayısı yaklaşık 19,5 milyon. Bu durumda 17 milyon hanenin bu ilginin dışında kalacağı anlaşılıyor. Öyleyse şu soruların yanıtlanması gerekir: (1) Bu aileler ne olacak? (2) Hangi aileler ile ilgilenileceği nasıl belirlenecek?
Buna ek olarak, mevcut 2500 uzmanın yetiştirileceği ve onlara ek olarak da 2500 uzman istihdam edileceği kabul edildiğinde, bu personelin ne kadar zaman içerisinde uzmanlaşmış olarak ve tam zamanlı biçimde çalışmaya başlayabileceğini de bilmeye ihtiyaç var. Ancak bunun kısa bir zaman içerisinde gerçekleştiğini varsayarak erişilebilirlik konusunu incelemeye devam edelim.
İlk olarak bakılması gereken, ulaşılması hedeflenen ailelere ne kadar ulaşılabileceğidir. Bir uzmanın 500 aile ile ilgileneceği ve bir yılda ortalama 250 iş günü olduğu düşünülürse; bir uzmanın günde iki aile ile ilgilenmesi halinde, bir aileyi bir yıl içinde sadece bir kez görebileceği anlaşılır. Bu sayıyı dörde çıkardığımızda bile altı ayda bir görüşülebilecektir.
Sayın bakana röportaj sırasında sorulmadığı için, bir uzmana 500 aile hesabının neye dayanarak yapıldığını bilmiyoruz. Ulaşılabilecek ailenin toplam hane sayısının yüzde 12’si olduğu düşünülürse, her bir uzmanın ilgilenmesi gereken 500 ailenin hepsinin bir sosyal hizmet desteğine ihtiyacı olacağı anlaşılmaktadır. Üstelik bu ihtiyacın basit bir sosyal hizmet desteğinden ibaret olmayacağı öngörüsü de abartılı bir öngörü olmaz.
Zira, Bağımsız Sağlık-Sen’in TÜİK ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerinden yaptığı belirlemelere göre, Türkiye’de 15 yaş ve üstü 57 milyon kişinin 29 milyonu çalışabilir durumda; ancak bunlardan sadece 26 milyonu istihdam edilebiliyor. Dolayısıyla üç milyonu işsiz. Çalışan 26 milyon kişinin yaklaşık 21 milyonu yoksulluk sınırının altında bir gelir ile yaşıyor. Bekar olan yaklaşık iki milyon kişi dışarıda tutulursa çalışması karşılığında ancak yoksulluk sınırının altında gelir elde eden 19 milyon kişi var. Üç ve üzeri çocuğu olanların sayısı ise 872 bin.
Anlaşılan o ki, sosyal hizmet görevlileri gittikleri 500 ailede de yoksulluk ile karşılaşacaklar. Sistemi anlamak için şu soruların yanıtlarına ihtiyaç var: (1) Hiç bir geliri olmayan aileye sağlanacak ekonomik destek nedir? (2) Ailede sigortalı bir çalışan olması durumunda aileye ekonomik destek sağlanabilecek midir? Sağlanabilecek ise, hangi şartlarla ve ne kadar?
Yoksulluğun bir aileye getirdiği tek risk ekonomik yetersizlik olmuyor çoğu kez. Eğitim eksikliği, ebeveyn kapasitesi ile ilgili sorunlar, temel hizmetlere erişim sıkıntısı, beslenme yetersizliği gibi birçok risk faktörü yoksulluk ile beraber geliyor. Üstelik bir ailenin karşılaşacağı tek risk de yoksulluk değil. Örneğin aile içi şiddet veya istismar, yoksulluğun bir sonucu olmadığı gibi, bu risklerin giderilmesi ekonomik destek vermekle mümkün de olmuyor.
Öyleyse şunları da bilmek gerek: (1) Ulaşılan 2 milyon 500 bin aileye aile danışmanlığı, bir kısmına daha ileri ve uzun süreli aile eğitimi, çocuklar için kreş vb. bakım desteği hizmetleri nasıl sağlanacak? (2) Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın bu hizmetlere ayrılmış, aile danışmanı olacak sosyal hizmet görevlileri dışında ne kadar personeli var? (3) Ulaşılan 2 milyon 500 bin ailenin ne kadarının bu tür hizmetlere ihtiyacı olduğu düşünülüyor? (4) Bakanlığın elinde ailelerin ihtiyaçlarına uygun geçerli ve güvenilir ne tür programlar ve bunları uygulama yeterliğine sahip ne kadar uzman var?
Bakanlık somut öneri istiyor. Haklı da. Birkaç öneri:
(1) Bir kısmı bu yazıda da yer alan, öngörülen planın ne kadar gerçekçi olduğunu anlamaya yarayacak soruların yanıtları toplumla paylaşılmalıdır.
(2) Sistemin sosyal yardım odaklı bir yapı biçiminde tasarlanması riskine karşı duyarlı olunmalı, bundan kaçınılmalı ve aile bireylerinin, özellikle de dezavantajlı olan kadınlar, çocuklar, engelliler, yaşlılar ve işsizlerin güçlendirilmesini hedefleyen hizmetler odağa konulmalıdır.
(3) Bunun olabilmesi için sistemin bu alanın uzmanları olan sosyal hizmet uzmanları tarafından yönetilmesi sağlanmalıdır.
(4) Bütün ailelere ulaşılmasına yönelik bir plan yapılmalı ve bu plan bütçesi ve personel politikası ile birlikte toplumla paylaşılmalıdır.
(5) Çocuğa önceliği verme taahhüdü unutulmamalıdır. Bu yaklaşımın esası, aileyi aile için değil, aileyi çocuk için desteklemektir. Dolayısıyla, sunulacak her tür yardım ve destek, çocuğun ihtiyaçlarının karşılanmasını ve haklarının korunmasını güvence altına almaya yönelik olmalı ve bu takibi yapılabilir biçimde olmalıdır.
(6) Her aileye yoksulluk sınırının üstüne çıkacak bir temel gelir güvencesi sağlanmalıdır. Çalışan aileler de gelirleri en azından bu sınıra ulaşacak biçimde destek alabilmelidir. Aileye destek bir hak olarak ve bu hakkın çocuğun hakkı olduğu anlayışı ile sunulmalıdır. Dolayısıyla bu desteği sunan ASP Bakanlığı, okullar, aile hekimleri gibi çocuğun devamlı takibini yapacak meslek elemanları ile işbirliği içerisinde çalışarak, çocuğun haklarının güvence altında olup olmadığını takip edecek bir sistem kurmalıdır.
Bu aşamada 2010 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Türkiye’de beslenme yoksulluğunun yüzde 63,3 olduğunu ve TÜİK verilerine göre, yoksulluğun değişik parametrelerinde çocukların çok daha fazla etkilendiğini hatırlamakta fayda var.
Bu koşullarda iki yoldan birini seçmeliyiz: (1) Eğer kaynaklarımız çok az ise ve biz sadece beş yıl için birkaç yüz bin aileye ulaşabilecek durumdaysak, nüfus artışı talep etmeyeceğiz. (2) Eğer artan nüfusa ihtiyacımız var ise, ailelerden talep ettiğimiz tasarrufu öncelikle devlet yapacak ve çocukların ihtiyaçlarına birinci önceliği veren, bütün çocukların beslenme, eğitim, sağlık gibi temel haklarını güvence altına alacak bir eylem planı hazırlayacağız. Aksi etik değil, adil değil, her şeyden önce insancıl değil. (SA/BA/YY)