Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Türkiye’de Aile Yapısının Güçlendirilmesi ve Korunması Eylem Planı çerçevesinde “aileyi özendirmek ve aile yapısını güçlendirmek” için Aile Dostu Kampanyası adı altında bir kampanya başlattı.
Bu kampanyayla ailelere özel indirimler öngörülüyor. “Aile Dostu” logolu ürünlerde ailelere iletişimden spor salonuna kadar bir dizi indirim vaat ediliyor. Ayrıca TOKİ aracılığıyla da “ataerkil aileler” için aile büyüklerinin çekirdek aile ile aynı katta yaşayacağı özel evler planlanıyor. İstanbul Pendik Belediye Başkanı kampanyayı hemen benimseyenlerden; “1+1 dairelerin ailelere hitap etmediğini ve komşuluğu körelttiğini iddia ederek 70 metrekareden küçük dairelere yasak getirmesi” söz konusu.
2008’de başbakanın kadınlara üç çocuk doğurmalarını tavsiyesi ardından kürtaj yasaklama girişimleri ile devam eden süreçte muhafazakâr/patriyarkal/kapitalist politikalar kadınları gitgide kıstırmakta, eve kapatmakta, onlara aile dışında bir yaşam alanı bırakmamakta. Boşanmış, yalnız ya da sevgilisiyle yaşayan kadınlar sistem için tehdit olarak görülmekte.
Ailenin ulus devlet yaratma sürecinden itibaren hükümetlerin politikalarıyla uyumlu, itaatkâr, toplumsal cinsiyet rollerine uygun bireyler yetiştirmek açısından önemli bir toplumsal işlevi olduğunu bilmekteyiz. Aile, ulus yaratma sürecinde özel alanın sınırları içine hapsedilir ve devlet tarafından incelemeye alınır. Balibar’ın da belirttiği gibi, özel hayat, çekirdek ailenin korunması, sınırlı ailevî mahremiyet ve devletin aile siyasetinin kamusal alanda yeni bir nüfus kavramına ve bunun ölçülmesinin demografik tekniklerine, ahlâk ve sağlık açısından kontrolüne ve yeniden üretimine yol açan birçok şey eş zamanlı ortaya çıkışlardır.
Aile kurgulanırken sağlıklı çocuk yetiştirmek, hijyen, gebelik, evlilik yaşı, görücü usulü ile uygun evlilik yaşı gibi meseleler sürekli gündemde tutulur ve basın tarafından “doğru” ailenin propagandası yapılır. Mesele sadece “kızların kuma, cariye ve çocuk yaşta gelin olmasını önlemek değil; erkek cinselliğinin öteki kuraldışı biçimlerini de evcilleştirmeye dönüktür. Amaç, “ahlaklı” vatandaşlar yetiştirmektir. Yani aile, yine Balibar’ın sözleriyle “döllenmeye göre düzenlenmiş cinsiyet ilişkilerinden başlayarak, bireyler arasındaki tüm ilişkilerin doğrudan ‘yurttaşlığa ilişkin’ bir işlev yüklendiği ve devletin sürekli yardımıyla mümkün kılındığı bir alan” dır.
Hegel’in 1821’de Hukuk Felsefesinin Temelleri’nde yazmış olduğu gibi “kamusal alan” siyaset ve eril politikaya eşdeğerdir. Buna karşılık “özel alan” aile ve kadınla özdeşleştirilmiştir. Bu paylaşım cinslerin doğal kalitesi, bedenlerinin tözü üzerinden işbölümünün uyumu ve türlerin doğal yetenekleriyle doğrulanır. Gerçekte ortaya konmak istenen Michelle Perrot’ya göre “kadınların yeteneksizliğidir”. Doğa’ya yakın olmak düşüncesi zamanla küçültücü bir biçime bürünür; kültür ve politikadan uzaklaşmak halini alır. İnsanlık edimi eril olanın erkeğin yanında, aynı zamanda da erkeğe özgü olan bilme üstünlüğü ve mücadele gücü uygarlığı doğrulayan veriler olarak görülmeye başlanır. Riot-Sarcey’e göre kadının değerinin düşürülmesi dolaylı olarak sosyal düzenin gerekliliğinin aracı olarak kabul edilir. Comte 1838’de Bütün insan topluluklarında olduğu gibi, kamusal yaşam erkeklere aittir ve kadınların varoluşu yuva için kaçınılmazdır. Bu doğal farklılık silinmekten çok uzaktır [1] biçiminde düşüncelerini dile getirir. Özel ve kamusal alanın karşıt doğması ve böyle devam etmesi bunu evrenselleştirir. Kamusal alan “kapalı” mekân haline gelir. Bu kapalılık kendi alanına girilebilmesi için sembolik anlamları da beraberinde getirir. Politika yapabilmek ancak erkekliğe özgü değerlerle mümkündür. Kadınlar ise iktidarlarını onlara uygun görülen alanda açığa çıkarırlar: Aile.
Eğer erkekler, kadınların politik ve sivil haklardan yararlanmasını reddetmişlerse tabii ki bunun haklı nedenleri mevcuttur; kadınların yaşamlarını adayacakları çok daha önemli bir görevi vardır: Çocukların eğitimi. Kısacası anne vatandaş olmak vatandaş olmamayı telafi eder. 19. yüzyılın kadın hakları savunucuları dahi anneliğin haklarını savunur ve yüceltir. Temsiliyetçi demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, politik gücün geçerliliği açısından özel mülkiyet ve ailedir; bu durum kadınların siyaset sahnesinden dışlanmasını doğurur. Riot-Sarcey’e göre tekelci temsili sistemin temel direği ise sistemin devamı için kadınların dişileştirilmesidir.
19. yüzyılda kamusal yaşamda eşitlik talebiyle başlayan kadın hareketi 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren “özel alan politiktir”, “bedenimiz bizimdir” önermeleriyle ailenin sorunsallaştırıldığı, kadınlar için ailenin anlamının tartışılmasının önünü açan politikaların gündeme getirildiği bir hareket olur. Ev içi emek, cinsiyetçi iş bölümü, bakım emeği, “annelik”, evde yaşanan fiziksel, psikolojik, cinsel, ekonomik, duygusal şiddet biçimleri görünür kılınır. 1990’lı yıllardan itibaren ise queer teori kavramsallaştırmasıyla eşcinsel haklarının konuşulduğu, eşcinsel birlikteliklerin feminizmin kazanımlarının sonucu olarak görece rahat yaşandığı bir sürece girilir. Çok kısa bir süre önce (birkaç ay) “aile dışında hayat var” kampanyasıyla tam da hükümetin kadınları dışlayan, yok sayan politikalarını eleştiren sosyalist feminist kolektifin kampanyasının önemi bir kez daha anlaşılıyor. Birlikte olmaktan, “istediğim gibi yaşama özgürlüğümü elimden alamazsınız” demekten, öfkemizi dile getirmekten asla vazgeçmemek gerek. Başka bir dünya yaşadığımızınkinin eksiklerinin çözümlenmesinden yola çıkılmadıkça hayal edilemez. (FS/HK)
[1] A.Comte, Discours sur l’ensemble du pozitivizm, Paris, Jüillet 1848, s. 205. Comte, insanlık düzeninin sistematik teorisi diye adlandırdığı bilimselliğin yasalarını dile getirdi. Cinsler arasında farklılığı savunan Comte’un sisteminde kadınlar büyük çocuklar olarak tanımlanır. Dişilik, kadını insan soyunun yetkin örneğinden ırak düşüren bir çeşit sürekli çocukluk gibidir. Ailenin temeli ise, cinsler arası hiyerarşiye dayanır. Comte, kadını eve kapatır ve toplumsal evrimin sonunda kadının bütün ev dışı çalışmalarının ortadan kaldırılacağını öngörür.