17 Temmuz’da Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, Türkiye'de genç nüfusun artması, doğurganlık oranlarının yükselmesi için özel çalışmalar yürüttüklerini açıkladı.
Hemen ertesi gün de Çalışma ve Sosyal Güvenlik, Sağlık, Hazine ve Maliye bakanlıkları yetkililerinden oluşan bir çalışma grubu oluşturacaklarını duyurdu.
Dert belli yani; kadınlar doğurmuyor.
Bu “derde” de şuradan gelindi.
Hatırlarsanız belki, Mayıs’ta TÜİK doğurganlık oranın düştüğünü açıkladı. Başka bir deyişle “Doğum oranı azalıyor” dedi. Yine başka deyişle, "insanlar evlenmemiyor, evlenenler de ya tek çocuk yapıyor ya da gönüllü çocuksuzluğu tercih ediyor" dedi.
Ayrıca, AKP’li cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre, bu durum "Türkiye açısından varoluşsal bir tehdit, bir felaket.”
Peki derman?
AKP ve çevresine göre, derman kadın, erkek ve çocuk arasındaki ilişkiye dair tüm politikayı “aile” üzerine kurmak. Yani, kadınlar doğursun, “üç çocuk, beş çocuk”lu aileler artsın.
671 çocuk çalışırken öldü
Bu çocuklar sağlıklı koşullarda büyüyecek mi? Ekonomik koşulları yeterli bir aile kaldı mı? Malum, asgari ücretin 17 bin 2 TL, en düşük emekli maaşının 12 bin 500 TL yoksulluk sınırının da 65 bin TL’lerde olduğu bir ekonomik düzende yaşıyoruz. Ayrıca, bu çocuklar, eğitim haklarına erişebilecek mi?
Esmanur Argun, Bursa Mustafakemalpaşa'da işçileri taşıyan traktörün devrilmesi sonucu beş gün önce yaralandı… Tedavi gördüğü hastahanede 20 Nisan Cumartesi (dün) hayatını kaybetti. 15 yaşındaydı, mevsimlik tarım işçisiydi. 15 yaşında, işçi çocuk! Bunun üzerine çok bir söz eklemeye gerek yok.
Esmanur bu yıl hayatını kaybeden tek tarım işçisi çocuk değil. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İŞİG) verilerine göre 2013-2023 yılları arasında 671 çocuk çalışırken öldü.
Çocuk işçiliğini “perdelemek” üzere hukuken kılıfına uydurulan Mesleki Eğitim Merkezleri’nde (MESEM) çalışan yaralanan ölen çocukları da unutmayalım.
Şimdi böyle bir ülkede, çocukların sağlıklı gıdaya ulaşamadığı, yoksullukla boğuştuğu, eğitim haklarının kısıtlandığı ayrıca kadınların çocuklarını bırakacak devlet destekli kreşlerin olmadığı bir ülkede, tek “dert” nüfusun azalması derman da “doğurmak” olarak sunuluyor.
İşler güçler bitmiş “doğurun da doğurun” “bu yurttaşlar nasıl doğuracak?” Kulağa şaka gibi geliyor fakat geçen Aile Bakanlığı tarihinde ilk kez bununla ilgili bir müdürlük dahi kuruldu. "Aile de aile, doğurun da doğurun”… Bu işin sonu mesir macunu dağıtmaya kadar gidecek gibi görünüyor.
Oysa, uzmanlar, toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı kamu politikaları olsa gayet güzel nüfusun artacağını söylüyor. Bilim insanlarını neden dinleyelim ki? Nasıl olsa tarlada çalışırken ölenler egemen sermayenin çocukları değil.
Soyadı dayatması
Bu arada elbette haftanın gündemlerinden biri de 9. Yargı Paketi’ndeki soyadı düzenlemesi. Düzenlemeye göre, kadınlar evlenmeden önceki soyadını kullanamayacak. Gerekçesi ne, bildiğiniz üzere “aile birliği”, “çocukların psikolojisi”.
Erkeğe kendi soyadını kullanması hak görülürken kadının soyadını kullanması nedense aile birliğini bozuyormuş. Çocukların da aklı karışıyormuş kimin soyadını kullanacağı konusunda.
Bu nedenle psikolojileri bozuluyormuş. Sanki tarlada çalışırken ölenler yaşıtları değil gibi. Asıl çocukların psikolojilerini böyle eşitsizlikler bozuyor da neyse.
Zaten çocuğun kimin soyadını kullanacağı meselesi “sorun” bile değil. Çocuk istediği soyadını kullanıyor. Onlarca Avrupa ülkesinde bu var. Bunun hukuken yolu yöntemi de var, çözmek isteyene elbette.
Aile içinde çatışmaya neden olur iddiasının da hiçbir dayanağı yok. Aksine bu düzenleme ailenin köküne bomba koymasa da bir molotof atıyor. Çünkü kadınlar zaten soyadı hakkı için mücadele ediyordu, yerel mahkemelere başvuruyordu, oradan sonuç çıkmayınca üst mahkemeye sonasında daha üst mahkemeye.
En sonunda Anayasa Mahkemesi’ne kadar da gitti mesele. AYM’de burada eşitsiz bir durum olduğuna hükmetti. Şimdi bir düzenleme ile kadınlar “ha ne yapalım doğduğumuz soyadı ile evlenince hayatımıza devam edemeyeceğiz” mi diyecekler sanıyorsunuz?
Öyle sanıyorsanız siz hiç feminist avukatları ve Kadın Hareketi’ni tanımamışsınız demektir. Aksine mahkemeye başvurlar artacak. Eşler mahkeme önüne bir çatışma varmış da çözülsün diye çıkmış olacak. Yani evde hır gür yok, kavga yok kadın soyadını kullanmak istiyor diye yargıya başvuracaklar. İşte budur asıl aileyi bozan, ailedeki düzeni, huzuru, eşitliği bozan.
“Soyadımız da kişiğimizi belirler"
Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Eylem Ümit Atılgan erkeğe verilen soyadı kullanma hakkının kadına verilmemesinin eşitsizliğe neden olduğunu söylüyor ve “Erkekler için doğdukları soyadıyla ölme hakkı varsa, kadınlar için de bu hak olmalıdır. Soyadımız, çocukluktan itibaren kimliğimizi ve kişiliğimizi belirler. Bu kimliği evlenince değiştirmeye zorlanmak eşitsizliktir” diyor.
"Kadının erkeğin soyadını almak zorunda olması dayatması anayasaya ve eşitlik ilkesine aykırıdır. Aile içinde uyumla çözülebilecek bu konuyu yasa koyucunun tek tip bir dayatmayla çözmeye çalışması çatışmaya yol açar” diye hatırlatıyor.
“Kanunlar, farklı aile modellerine esneklik tanımalı ve bu tür kişisel durumlarda koşulların önemini göz önünde bulundurmalıdır” diye sözlerini sürdüren Atılgan’a göre çözüm de belli aslında: “Aileler, kendi içlerinde verecekleri kararla seçimlik mal rejiminde olduğu gibi soyadı konusunda da seçim yapabilmelidir.”
Çözüm, “aile”nin değil “kadının” güçlendirilmesi, eşitlikçi aile modellerinin de devlet eliyle güçlendirilmesi!
Özgürlük ve eşitlik mücadelesinin hiç bitmediği yeni bir hafta olsun...
Erdoğan: 1-2-3-4 Çocuk, Gerisi Allah Kerim
(EMK)