1987 yılının sonbaharında, İstinye'nin bir arka mahallesinde oturan Yusuf Hayaloğlu'nun evinde tanışmıştım kendisiyle. Karşılaştığımız o ana kadar, yorumu pek çok kişi gibi bende de derin bir hayranlık uyandıran Ahmet'i "Ağlama Bebek" ve "Şafak Türküsü" albümleriyle tanımıştım.
Tanıştığımız o dönem, Almanya'dan Türkiye'ye döneli bir yıl olmuş; ben de "Vurgunum Hasretine" isimli ilk albümümü henüz çıkarmıştım. Albümle birlikte İstanbul ve yine Türkiye'nin çeşitli kentlerinde solo konserler vermekle meşguldüm.
Yusuf Hayaloğlu'nun İstinye'deki evinde sürekli biraraya geliyor; Yusuf'un yazmış olduğu sözleri bestelemek için yoğun bir yarış içine giriyorduk.
Yusuf'un kendisi için dizayn ettiği küçük odasında geceleri çalışıyor ve sabah ezanının sesiyle uyumaya başlıyorduk.
Bu durum bazen Ahmet'le bazen de onsuz sürüp gidiyordu. Ahmet, beste yapmada olağanüstü bir yeteneğe sahipti. Yeri gelmişken, bu yeteneğini kıskançlıkla karşıladığımı da itiraf etmeliyim.
Ahmet ikinci albümü olan "Şafak Türküsü" ile çok daha geniş kitlelerce tanınmaya başlamış ve bu tanınırlık onu Türkiye'nin en çok konser veren sanatçısı durumuna getirmişti.
Mitinge dönüşen konserler ve gözaltıları
12 Eylül darbesinin etkileri ve uygulamalarının hala devam ettiği dönemlerdi. Bu zorlu dönem, aynı zamanda konserlerimizin de daha kitlesel ve giderek bir miting havasında geçmesini beraberinde getiriyordu.
Konserlere gelenlerin, gencinden yaşlısına kadar herkesin ağzında, Türkiye cezaevlerinde süren insanlıkdışı uygulama ve işkenceleri kınayan sloganlar vardı.
Bu duyarlılık zaman ilerledikçe polisi harekete geçirmiş ve konserlerimizi giderek polisin ablukası altında sürdürmek zorunda bırakılmıştık. Bir yandan konserler ve diğer taraftan çıkan yeni albümler 12 Eylül karanlığına karşı demokrasi mücadelesinin gelişmesine önemli katkılar sunuyordu, diyebilirim.
Haliyle devletin ve kolluk kuvvetlerinin hoşuna gitmeyen bu gelişmelerle birlikte gözaltı furyası başlamış; verdiğimiz konserlerin ardından gözaltına alınarak polis tarafından günlerce sorgulanmak olağan hale gelmişti.
Yıllar ilerledikçe, Ahmet Kaya, artık ülkede geniş kesimlerin tanıdığı bir sanatçıydı. Böylece Ahmet, medyanın da gündemindeydi.
Elimizde değil, susamıyorduk
'90'lı yılların başından itibaren de Kürt sorunu Ahmet'le benim gündemimizdeydi. Gün be gün duyduğumuz çatışmalar, ölüm haberleri karşısında sarsılarak yeni şarkılar üretiyor; bu şarkılar yoluyla bölgede yaşanan savaşın yüzünü geniş halk yığınlarına yansıtıyorduk.
Zira o kirli yüz, egemen-devlet medyasınca saklanırken; sanatımız onu açığa çıkarma sorumluluğundaydı.
Bir yandan gelişen Kürt özgürlük mücadelesi, diğer taraftan derin devletin acımasızca 'kaybettiği' insanlar, masum insanlar, şarkılarımızın ana konusu haline gelmişti...
Giderek 'medyatik' olan Ahmet, savaşın, adaletsizliğin kendisinde yarattığı rahatsızlığı gizlemiyor; katıldığı açık oturum ve benzer televizyon prrogramlarında usanmadan toplumsal içerikli mesajlara değiniyordu.
Biraraya geldiğimizde daha çok savaş ve savaşın açtığı yaraları konuştuğumuz Ahmet, Cumartesi Anneleri'yle dayanışmak için gittiğim Galatasaray Lisesi'nin önünde onlarca polis tarafından saldırıya uğradığımı, yerlerde sürüklendiğimi öğrenince, yine dostluğunu geciktirmemiş derhal yanımda olmuştu.
"Onlarca polis baş edemedi, Sevgi bacım nasıl baş ediyor seninle?" esprisini yaptıktan sonra Bodrum'a davet etmişti. Yusuf Hayaloğlu'nu da yanıma alarak yola çıkmıştık bile.
Bodrum'a vardığımızda Ahmet'in yanında gazeteci arkadaşımız Murat Öztemir, şair Halil İbrahim Özcan ve yine ortak arkadaşımız olan Cevat Korkmaz vardı.
Ahmet, "Şarkılarım Dağlara"' albümünü çalışırken; ben de "Özlemin Dağ Rüzgârı" isimli albümümde yer alacak şarkıları belirliyordum. Sevgili Yusuf ve diğer arkadaşlarımızın katkıları çalışmamıza giderek kolektif bir nitelik katmıştı.
Bodrum'da bir yandan yeni albüme hazırlanırken, kış mevsimi olmasına rağmen, aynı zamanda uzun yürüyüşlerle geçiriyorduk zamanımızı.
Berlin'deki "o gece"...
Bu sırada, Ahmet'le aynı ortamda olduğumuzu duyan Berlin'den arkadaşlarımız önce gazeteci Murat Öztemir'e, daha sonra da bana ulaşarak Kürt esnaflarca düzenlenecek bir geceye katılmamızı istemişlerdi.
İlkin bu talep Ahmet tarafından kabul görmedi ancak ardından ikna çabalarımız sonuç vermiş ve geceye katılmaya karar vermiştik.
İstanbul'a ve oradan da Berlin'e uçmuştuk. Berlin'de bizi karşılayan Kürt esnaflardan bir arkadaşımızın evinde ağırlandık ve aynı akşam konserin olacağı Berlin Üniversitesi'ndeki salona gittik.
Salon oldukça kalabalıktı ve kulise girdiğimizde bizi kuliste ilk karşılayan -ne ilginçtir ki- Prof. Yalçın Küçük olmuştu.
Program başladığında sevgili Ahmet ile birlikte en çok Yalçın Küçük' ün konuşmasını merak ediyorduk. Yalçın Küçük konuşmasında Türk derin devletinin Suriye'de bulunan Abdullah Öcalan'a yönelik suikast planları ve saldırılarından söz ederek, "Abdullah Öcalan benim kardeşimdir, kardeşime uzanan elleri kırarım" derken yumruğunu önündeki masaya vurmuş ve masada bulunan su dolu bardak yere düşerek parçalanmıştı. Bu ateşli konuşması salonu dolduran binlerce kişi tarafından da ayakta alkışlanmıştı.
Daha sonra ben sahne almıştım ve programımı tamamlayıp kulise dündüm. Benden sonra organizasyondan sorumlu bazı kişilerin sahnede asılı bulunan Kürdistan haritasının indirilmesi ya da üzerinin kapatılması için uğraştıklarını gördüm.
Belli ki geceyi düzenleyenler, Ahmet Türkiye'ye döndüğünde sorun yaşamasını istemiyorlardı. İstemiyorlardı çünkü Hürriyet gibi gazetelerin muhabirleri orada pusuya yatmışlardı. Zor günler ve yıllardı.
Sahnede asılı bulunan haritanın üzeri bir başka bez afişle kapatıldı. Ancak Ahmet sahnede yerini aldıktan sonra haritanın üzerini kapatan bez afişin bir bölümü kaymış ve böylece haritanın bir parçası da ortaya çıkmıştı.
Medya şaşırtmamış, rolünü oynamıştı!
12 Şubat 1999'da düzenlenen Magazin Gazetecileri Derneği'nin ödül gecesinde kıyametler kopmuş; çatallar ve bıçaklarla beraber hakaretler sevgili Ahmet'e yönelmişti. "Önümüzdeki kasette Kürt asıllı olduğum için Kürtçe bir şarkı yapıyorum. Bu şarkıyı yayınlayacak yürekli televizyonlar arıyorum" demiş olması bu kıyametin tek gerekçesiydi.
Acı olan, 10. yıl marşıyla birlikte ortaya çıkan bu linç korosunda yıllar sonra Kürtçe film ve müzikleriyle ortalığa düşen bazı 'Kürt' isimlerin de varlığıydı.
Kıyametin ikinci bir halkası da medyada yaşanmaya başlamıştı. Doğan grubuna ait Hürriyet gazetesi, birlikte gittiğimiz Berlin gecesine ait fotoğrafları ortaya çıkarmış ve sevgili Ahmet'in Berlin'de taşıdığı kaygıyı haklı çıkartırcasına ölüm fermanı çoktan hazırlanmıştı.
Hakkında ardı ardına çıkan iddialar ve tehditler yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı, Ahmet. Velhasıl, Paris'te sürgün yaşamına fazla dayanamadı ve 16 Kasım 2000'de onu fiziken yitirdik.
11 yıl önce sevgili Ahmet'i Paris'te son yolculuğuna uğurlarken yaptığım konuşmada, sürgüne gitmesine neden olan fikirlerin 'demokratikleşme' adı altında kendisini ölüme götüren devlet yetkilileri tarafından daha sonra ağızlardan düşürülmediğini ve bunun da hepimizi acıttığını ifade etmiştim.
11 yıl önce Ahmet'e karşı o alçakça linci tetikleyen kalabalığın içinde yer alan birçok kişi bu gün hala 'itibarlı' medya elemanları olarak hayatlarını sürdürmekte. Bu kişilerden bazılarının Van depremi sırasında ortaya çıkması tesadüfü bir durum değil.
Dün Ahmet'i 'vatan haini' ilan ederek saldıran siyasiler, bugün ne büyük sanatçı olduğunu söylemekten kendilerini alamıyorlar. Bu takiyeci grup, pek tabii Ahmet kaya şahsında ortaya çıkan onurlu mirasımızı ranta çevirmenin derdinde.
Dün Ahmet'e saldıran zihniyet ve bugün...
Yaşamı ranttan ibaret gören bu siyasi kalabalık bir yandan Ahmet'i överken öte yandan da Kürt halkı üzerindeki zulüm politikalarını sürdürüyor.
Kürt sorununun çözümü konusunda duyarlılık gösteren aydın ve sanatçıları zindanlara tıkmakta bir sakınca görmüyor. Ragıp Zarakolu, Büşra Ersanlı gibi değerli aydınlarımızın bugün hapiste olmalarının ne denli 'haklı' bir açıklaması olabilir?
Ahmet Kaya'nın bir dostu olarak son 10 yıl boyunca benim de uğradığım saldırıların ve hakkımda açılan onlarca davanın tek bir açıklaması vardır; o da, bu ülkede 11 yıl aradan sonra aynı ırkçı ve tekçi zihniyetin devam ettiği gerçeği.
Sevgili Ahmet Kürtçe klip yayınlayacak yiğit aradı, bulamadı. Biz de hala Kürt sorununun çözümünde cesaret gösterecek yiğitler arıyoruz, ama bulamıyoruz ne yazık ki.
Ahmet Kaya'yı Kürtçe klip yüzünden linç eden zihniyet bugün bizim özgürlük ve barış çağrılarımızı linç etmeye çalışıyor. Devlet 11 yıl boyunca yaşanılan acılardan maalesef ders çıkartamadı ve Ahmet Kaya ile birlikte hepimiz hala bu kirli linç zihniyetinin kıskacındayız. (FT/HK)
* Ahmet Kaya'nın fotoğrafları için tıklayın.