Geçtiğimiz hafta düzenlenen Frankfurt Kitap Fuarı’nın onur konuğu Türkiye’ydi. Fuar boyunca Türkiye kültürü ve edebiyatı tüm renkleriyle tanıtıldı. Üstelik sadece fuarda değil, Frankfurt’un her yerinde ve Alman medyasında geniş bir görünürlülük söz konusuydu. Bu görünürlülükle beraber, edebiyatımızın sesini geniş kitlelere duyurabilmesi, hiç şüphesiz ki kolaylaşacak.
Frankfurt Kitap Fuarı’nı gezdiğim günlerde, Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi’ni okuyordum. Ahmet Haşim’in bir aydın olarak Avrupa’da yaşadığı bunalımı ister istemez anlamaya çalıştım. Yaşadığı yalnızlık ve belki de zavallılık duygusunu…
Faust’un Lekeleri
Ahmet Haşim, 1932 yılındaki Frankfurt seyahati sırasında Goethe’nin evini ziyaret eder. Goethe’nin evi, yazarın anısını yaşatabilmek adına müzeye çevrilmiştir. Ancak Ahmet Haşim, biraz da Türkiye’deki yazarlara gösterilen değerin eksikliğinden olsa gerek, bu müzede kendisinden başka kimsenin olmayacağını düşünür. Müzeye girdiğinde ise, böyle düşünmekle hata ettiğini hemen fark eder. Bu büyük yazarın evi, ölümünden yüz yıl sonra bile, sanki daha yeni ölmüş gibi onlarca ziyaretçiyle doludur.
Bence Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi, Türkiyeli bir aydının Avrupa’ya gittiğinde yaşayabileceği bunalımlara güzel bir örnektir. Türkiye’deki büyük yazarların müze-evleri bomboş kalırken, hatta bakımsızlıktan çürüyüp giderken, yukarıdaki hikâyenin devamına tanık olan her Türkiyeli, yüreğinde ince bir sızı duyacaktır:
“Kafileye kılavuzluk eden memur, üstü baştanbaşa mürekkep lekeleriyle kaplı eski bir yazı masası önüne gelip de, ‘Goethe Faust’u bu masa üzerinde yazdı. Bu lekeler Faust’un lekeleridir!’ dediği zaman, kalabalığın son hadde varan merakı ve heyecanı, ışık halinde gözlerden taştı.”
Bir yazarın masasını koruyabilmek, oraya buraya sıçrattığı mürekkep lekelerine hayranlıkla bakabilmek, sanırım belli bir anlayışı ya da inceliği gerektiriyor. Bu anlayış ya da incelik, şu an hâkim olan düzende, bir kültürün ayakta kalabilmesi için şart. O kültürün sesini dünyaya duyurabilmesi ya da hak ettiği saygıyı kazabilmesi için de bu inceliği gösterebilmek gerekiyor. Aksi takdirde söz konusu kültürün karanlığa gömülerek yok olması işten bile değil.
Karanlığa gömülmek
Ahmet Haşim’in zamanında sanırım Türkiye edebiyatı ya da kültürü şu an olduğundan çok daha sessizdi. Daha doğrusu sesini duyuramıyordu. Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi’nde, bu duruma özetleyen bir ayrıntı var. Haşim, Frankfurt’tayken fikirlerini paylaşabileceği kimseyi bulamadığı için, varlığının yavaş yavaş eksildiğini ve karanlığa gömüldüğünü anlatır. Yaşadığı bu bunalım ve yabancılık duygusu onu her seferinde Hayvanat Bahçesi’ne gitmeye zorlar.
Hayvanat Bahçesi’ne gittiği her seferinde, kafeslerin ardındaki dilsiz hayvanlarla kendisi arasında bir bağ kurar. Kendisi onlar gibi dilsizdir, dolayısıyla varlığını, yabancı olmanın doğurduğu tutsaklıktan kurtarabilecek anahtardan yoksundur.
Sesini duyurabilmek
Bir insanın ya da kültürün var olabilmesi için, sesini duyurabilmesi gerektiği fikri, Frankfurt Kitap Fuarı’nı ve Frankfurt’u gezerken sürekli aklımdaydı. Çünkü bu örnek Türk edebiyatının ve beraberinde Türkiye kültürünün şu an içinde bulunduğu durumla tamamıyla örtüşmekteydi.
Özellikle Frankfurt Kitap Fuarı’na gittiğimi duyan bir Alman diş hekiminin söyledikleri bu düşüncelerimi iyice pekiştirdi. Bu diş hekimine göre İstanbul, son birkaç yıl içinde gittikçe popüler olmaya başlamış. Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasının da bunda etkili olduğunu düşünüyor. Üstelik birkaç sene önce kendisine hediye edilen İstanbul’la ilgili bir kitap sayesinde, Türkiye hakkında hiçbir şey bilmediğini fark etmiş.
Hâlbuki bu Alman diş hekimi, doğduğundan beri sokağını, parkını, okulunu, alışveriş yaptığı marketi Türkiyelilerle paylaşıyordu. Ama onlar ve onların kültürü hakkında hiçbir şey bilmiyor, öğrenmek için en ufak bir merak bile duymuyordu. Ancak Orhan Pamuk konuşulmaya başlandıktan ve Türkiye kültürüyle ilgili kitaplar rafları doldurmaya başladıktan sonra merak etmeye başlamıştı.
Frankfurt’un Konuğu: Türkiye
Frankfurt Kitap Fuarı’nın benim için en heyecan veren yanı, Türkiye’nin alışılanın aksine edebiyatıyla ve kültürüyle gündeme gelmesiydi. İlk kez Almanya’da Türkiye kültürü sesini böylesine yükseltebilmişti. Öyle ki, sadece fuarda değil, Frankfurt’un her yerinde Türkiye edebiyatı ve kültürü ön plana çıkarılmıştı. Fuar kapsamında düzenlenen etkinliklerin yanı sıra, fuar organizasyonundan bağımsız tiyatro grupları Türkiye’den oyunları sahneliyor, farklı yerlerde film gösterimleri gerçekleştiriliyor ve kitapçılar Türkiyeli yazarları ön raflara koyuyorlardı.
Şehirdeki bu görünürlülük, fuarda çok daha belirgindi. Türk yayınevlerinin dışında, yabancı yayın evleri hem Türkiye’yle ilgili kitaplarını, hem de Türkiyeli yazarları ön plana çıkarıyor, özellikle bu kitapları tanıtıyorlardı.
Forum alanı ise tamamen Türkiye edebiyatını tanıtmaya ayrılmıştı. Alt katında film gösterimleri düzenlenirken, üst katında Türkiyeli yazarlar ve Türkiye edebiyatı ile ilgili bir sergi yer alıyordu. Ayrıca fuar boyunca ilgiyle takip edilen söyleşiler gerçekleşmekteydi.
Ahmet Haşim; yeniden…
Serginin bir köşesinde ise Ahmet Haşim’le ilgili bir pano yer alıyordu. Yazarın hayatına ve edebiyatına dair bilgilere yer veriliyordu bu panoda.
Panoyu gördüğümde düşünmeden edemedim. Ahmet Haşim, bundan neredeyse seksen yıl önce ilk kez Frankfurt’a gelmişti. Seyahati tedavi amaçlıydı. Yani hastaydı, üstelik yalnızdı. Fikirlerini paylaşabileceği, sesini duyurabileceği biri yoktu.
Oysa şimdi sesini duyurabiliyor. Tıpkı Türkiye edebiyatının ve kültürünün sesini daha kolay duyurabildiği gibi.(YB/EÜ)