Aşk toplumsal koşulların ötesinde, kendiliğini her koşulda insana kabul ettiren duygudur. Tensel olmaktan tinsel bir evreye ulaşan, kendinde olmayanı arayan, eksikliğini tamamlayan, karşısındakini kapsayan ve nihayeti olmayan başlangıçlardır aşk.
İnsanın varlığını sürdürmesinin, ait olmasının/üremesinin estetize edilmesinden başka ne olabilir ki! İnsanın insana ulaşması belki de ulaşamamasının en doğal ve hakikat yoludur.
“Edebiyatta Aşk Söyleşileri” adlı dosyamızın Neşe Yaşin’den sonraki konuğu ressam Ahmet Güneştekin.
Iris Murdoch Aşk için “Aşk kendinizden başka bir şeyin var olduğunun anlaşılmasıdır”der. Gerçekliği kimi zaman şüphe uyandıran aşkın varoluşumuza kattığı anlam nedir?
Aşka yalnızlık sorunumuzu çözme girişimlerimiz olarak bakıyoruz. Sosyal yaşamda bu yalnızlığımızla başka şekillerde mücadele ediyoruz elbette ama aşk onlardan çok daha fazlasını kapsıyor, çünkü kimliğimizi algılama biçiminizle ilintili. Bu nedenle de ondan çok fazla şey bekliyoruz. Aşk tam bağlılık, karşısında söz verdiği, garanti ettiği anlam da karşılıklı olarak çok büyüktür. Belirli bir tanım yapmanın zorluğuyla birlikte herhangi bir tanım yapmaya çalıştığımızda ise yanıtlardan çok kendi kendimize sorduğumuz sorularla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla ben de sorularınıza sorularla yanıt vermeye çalışacağım.
Herkes kendi ahlaki şatosunun içinde yaşayabilir mi? Jean-Paul Sartre bize böyle bir görüşün sadece gerçekçi değil, aynı zamanda olanaksız olduğunu gösterdi. Çünkü kendi eylemlerimize tanık olamayız, kaçınılmaz olarak bu tanıklara bağımlıyız. Ötekine olan bağlılığımız insan olmanın kendisiyle ilgili. Kendi duygularımızın ve eylemlerimizin önemi, başkalarının bunu tanınmasını gerektirir. Aşk ise hem yansıma gücünü bir diğerine verir ama aynı zamanda o yansımayı kontrol etmeye de çalışır. Kendimizi başkalarında da bulmalıyız. Bu yüzden aşk ötekilik üzerine kurulur. Fakat kendilerinin ötesine bakmak yerine, âşıklar sadece birbirlerine bakar. Bu onun büyüsü ve aynı zamanda da düşüşü. Oysa aşkın anahtarı özgürlüktür.
Aşk kendiliğini aşma, ötekine varma, bütün zamanların en gerçek örtüsü, her defasında başlangıç, değişim, sahiplenme… Aşk ölçüsüz ve sınırsız olabilir mi?
Öteki hakkında hislerimiz asla sabit ve durağan değil, sürekli değişir. Tutarlı bir karaktere sahip olsak da bu değişimi engellemek olanaksız, öteki olanı da aynı görüşte tutmak mümkün değil elbette. Hiçbir şey bizi sevmemeye zorlayamıyor ve ama bizi sevmekten de alıkoyamıyor. Aşkın özgürlükle bu kadar yakın bir ilintisi olduğundan, hareketli ve akışkan bir karakterinin olması çok olağan. Heraklit aynı nehre iki kez giremeyeceğimizi söylemişti. Bu özellikle aşk için doğru olabilir: Değişim tek gerçekliğidir. Kendi içinde bile bu kadar değişken bir doğası olan aşkın farklı zamansallıklarda da farklı şekillerde yaşanması çok olası.
Yaşam döngüsünün normal/sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi, aşka yani bir başka varlığa duyulan derin sevgiye bağlıdır. İnsanların bu ihtiyacı, tarih boyunca birçok anlatının “aşk” ekseninde dönmesini sağlamıştır: Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin… Toplumu derinden etkileyen aşk anlatılarının sizdeki izdüşümleri neler?
Platon bize, eğer sevgimiz yokluğumuz için arzu ise, o zaman sonsuza dek tatminsiz olacağımızı gösterdi, çünkü yokluğumuzun büyüklüğünü azar azar keşfedeceğiz. Fiziksel ilgi sadece yalnızlığın duvarlarını ihlal etmek için daha derin bir arzunun ilk görünüşüdür. Aradığımız mükemmellik ile elde ettiğimiz tatminlerin ayrılığı arasındaki fark, sevginin sonsuza dek özlem duyması anlamına gelir. Fakat bu çok yüksek fikirli görüşün zorlu sorusu, fiziksel arzunun aslında esasen manevi bir arzunun en düşük görünümü olup olmadığı ya da bunların birbirleriyle uzlaşamayacağı iki farklı çeşit arzu olup olmadığıdır. Aşkın sözde yüksek biçimleri, aslında biyolojik içgüdü olanın yalnızca yüceltilmiş (toplumsallaşmış) biçimleri midir? Her insanın sormak zorunda kalacağı anahtar soru, aşkı gerçekten kendi içinde, onu en iyi ve en güzel olana doğru yönlendirecek bir ayrımcı etken olup olmadığıdır.
“Aşk”ın ne olduğu hakkında geniş kapsamlı araştırmalar sonucu önemli bulgular elde eden John Alan Lee’ye göre aşk “doğal bir davranış olarak değil, öğrenilmiş bir yaşantı olarak gerçekleşmektedir.” Bu durumda insan aşk duygusuyla doğmaz, ancak aşkı/aşkla öğrenir. Peki, siz aşkı öğrenebildiniz mi ve gerçek manada kendi aşk tanımınıza ulaşabildiniz mi?
Şili’nin Atacama Çölü’ndeki dev radyo teleskoplarıyla 5 bin metre yükseklikte uzay boşluğundan yayılan dalgaları dinliyor astronomlar. Işığı henüz dünyaya ulaşmamış cisimlerin izlerini takip etmeye ve Büyük Patlama sırasında oluşan enerjiyi hesaplamaya çalışıyorlar. Ne kadar gerçek dışı gibi geliyor değil mi. Aydan yansıyan ışığın bize ulaşması bir saniyeden biraz fazla sürüyor. Güneş ışığının ulaşması ise sekiz dakika. Yani şeyleri onlara baktığımız anda görmüyoruz, burası tuzaklı bir konu. Şimdiki zaman nerde oluşuyor? Var olabilen tek şimdiki zaman zihnimizin içindeki mi bu durumda? Mutlak bir şimdiye en yakın olan şimdi zihnimizde kurguladığımız bir şimdiki zaman. O bile tam değil. Herhangi bir şeyi düşündüğümüzde duyularımız arasında uyarıların dolaşması belirli bir zaman alır. “Bu benim” dediğim anla dokunup kendimi işaret ettiğim an arasındaki zamansal bir boşluk oluşuyor. Astronomların temel çalışma aracı bu tip bir geçmiş kavramı. Geçmişi manipüle ediyoruz o hale ve zamanın gerisinde kalarak yaşamaya alışıyoruz. Arkeologlar da geçmişi çalışıyor, jeologlar da. Ne kadar derine kazarlarsa daha da ötede bir yerlere ulaşıyorlar. Bizler için de aynı şey geçerli. Yaşadığımız şimdiki zaman ince bir çizgiden ibaret. Nerden geliyoruz, kimiz ve nereye gidiyoruz? Bunlar ürettiğimiz uygarlığın anahtar soruları. Bilim dünyası bilimi dinden kesin olarak ayırma eğiliminde bugün. Yine de kafamızı yoran ana düşüncelerin kökeni ve güdüsü dinsel kaynaklı. Bu benim düşüncem. İnsanın, gezegenin, güneş sistemlerinin keşfedilmesi konusuyla ilgilidir. Bir galaksi, gezegen ya da yıldızın nasıl doğduğunu bularak kökenlerimize dair tüm bu soruları yanıtlamaya çalışıyor astronomlar. Bu sonu gelmeyen bir hikâyedir. Kemiklerimiz içindeki kalsiyumun nasıl oluştuğunun hikâyesi. Bu bizim esasında başlangıç hikâyemiz. Kemiklerimizin içindeki kalsiyum miktarı büyük patlamadan hemen biraz sonra gerçekleşmiş. O yüzden ağaçlarda da yaşıyoruz, yıldızlarda da, galaksilerde de. Evrenin bir parçasıyız. Kemiklerimizin içindeki kalsiyum en başından beri orada vardı. Göksel ve insansal cisimler değiştiremeyeceğiz şekilde birbirine bağlı. Bir yıldızın kalsiyum çizgilerinin dijital görüntüsünü bu dev teleskoplarla izleyebiliyor astronomlar. Işığın bıraktığı izlerin kökeni bizim de kökenlerimiz. Benim için biricik olan tek aşk bu ışığa karşı duyduğum, kökenime doğru olan aşk olabilir.
Aşkın toplumsal ve bireysel düzeyde yansımaları ifade edilirse aşk-toplum, aşk-özgürlük bağlamında neler söylemek isterdiniz?
Pratik ve ahlaki kısıtlamalara meydan okuması aşkı canlandırıcı kılan tek şeydir. Eğer öteki bana duygusal yakınlık ve şefkat borçlu ise, özgürce verildiğinden nasıl emin olabiliriz? Sevgililer arasında sabit bir ilişkinin kurulması, romantik yoğunluk için gerekli olan özgürlük türünü otomatik olarak engeller mi? Eğer aşk özgürlüğün armağanıysa, sabit bir ilişki tarafından mutlaka tehlikeye atılır mı? Aslında kendimin ve başka birinin yansıması olmayan bir kendime sahip olabilir miyim? Karşılıklı sevgi, sevgililer arasında gerçekçi bir denge kurarak mümkündür. Bu bağlamda, her birinin diğerinde bulduğu şey, varlıkları için bir tehdit olmaktan çok iyilik için paylaşılan bir arzudur. Son tahlilde, kendimizden başka kimsenin karakterimizden sorumlu olduğunu iddia edemeyiz. Fakat bireysel özerklik bu kadar basit ve güvenilir bir şekilde ileri sürülebilir mi? Eğer aşk, iki özgürlük merkezi arasında bir güç mücadelesi ise, o zaman soru bağımsız bir seçenek olup olmadığıdır. İyi niyet diye bir şey var mı? Eğer benim seçimlerim başka birinin özgürlüğünü manipüle etmeyi içeriyorsa, samimiyet veya özgünlük ne ifade eder? Basitçe söylemek gerekirse, sevmek gibi ve karşılıklı sevgi sadece bu öncülde mümkündür. Statülerdeki önemli farklılıkların kaçınılmaz olarak, sevgiyi avantajlı ve dezavantajlı bir şekilde karşılıklı güç ilişkisine dönüştürdüğü doğru mu? Güç mücadelesini etkisiz hale getirmek için ne kadar denge kurulmalıdır? Sosyal ve ekonomik hayatın sınırlayıcı gerçeklerini aşan bir karşılıklılık kurmak için gerçekçi bir olasılık var mıdır?
Ahmet Güneştekin hakkında
2013
Marlborough Gallery sanatçıları arasına katılır.
İlk uluslararası kişisel sergisini Venedik’te gerçekleştirir.
2010
İstanbul, Beyoğlu’nda Güneştekin Sanat Merkezi’ni kurar.
2005
Güneşin İzinde adlı belgesel projesini hayata geçirir.
2003
İlk büyük sergisini İstanbul’da, Atatürk Kültür Merkezi’nde açar.
1997
İlk atölyesini İstanbul, Beyoğlu’nda kurar.
1966
Batman’ın Garzan işçi kampında dünyaya gelir.
(DM/AS)