Ömrüm politik pozisyonumdaki tutarlığı ve hayattaki samimiyetimi sorgulamakla geçecek biliyorum, diye yazmıştım. Sonra ekledim, iyi ki kendimden şüphe duyabiliyorum. İnsanlığı(mızı) sorgulamanın da şüphe duymayla başladığını bildiğimden...
En son ne zaman insanlığınızdan şüphe duyduğunuzu düşündünüz mü hiç?
Mesela ben Suruç’taki katliamdan sonra şüphe duydum. O Pazartesi akşamı İstiklal Caddesi’nde Suruç patlamasının hesabını sormak için yaptığımız yürüyüşe katıldığımda “Niye ben de orada değildim?” dediğimde, “Şu an bir bomba da İstiklal’de patlasın, burada ölelim” dediğimde şüphe duydum kendimden. Başka katliamlar yaşandığında, (ölmek istemenin bir derecesi varsa şayet) bu kadar “ölelim” demediğim için, o gün, orada insanlığımdan şüphe duydum. Çünkü Suruç’taki katliamın yarattığı utanma, acı, kahrolma duygusu bir benzerlik kurmanın sonucu muydu diye sordum kendime. Bu kayıplarda beni harekete geçiren ve daha(?) aktif hale getiren onlarla kurduğum yakınlık duygusu muydu? Ben de onlardan biri olabileceğim ya da onlar içimizden birileri oldukları için miydi? Şayet böyleyse (ki Biz’ler için böyle olmadığını bilmeme rağmen) kimsenin ahlaki bir politik pozisyonu olamaz ve politik pozisyonlar her zaman müphem kalmaya devam eder diye geçiyordu aklımdan.
Duygular ilişkisel (mi)dir?
Özdeşleşme ve yakınlık hissinin her zaman hiyerarşik bir yerden kurulduğunu bildiğimden “özdeşleşme benzer olmaktansa benzerlik yaratmayı içerir” diye not düşüyorum buraya. Seçtiğin ve yakınlık kurabildiklerin ise, en başından beri, hâlihazırda, sana benzediğini düşündüklerin oluyordubelki. Sonra kendine benzeyeni sevmeye, kendine benzeyeni korumaya başlıyordun ve kendine benzeyenlerle (ki sana benzeyen tekinsiz de olmayacak ve böylece tehlike ya da tehdit de içermeyecekti) bir cemaat kuruyordun. Seni harekete geçiren “kendin gibi” olana duyduğun yakınlık olunca işte burası da faşizmin başladığı yer oluyordu belki de.
Hatırlar mısınız, Gülten Kışanak, Roboski’nin ikinci senesinde TBMM'de yaptığı konuşmada vicdanı olanlara seslenip, “vicdanı olmayanlara söyleyecek fazla bir söz kalmadı zaten” diyordu. “İnsanlığa saygısı olan, vicdanı olan, kendisine insanım diyenlere seslenmek istiyorum; o köyde ne yaşandı, bunu anlamak, hissetmek isteyenlere seslenmek istiyorum”, diyordu ve konuşma özellikle şu vurguyla devam ediyordu: “Batı’daki Türklerin vicdanına seslenmek istiyorum... Türkiye’nin Batısı’nda yaşayan oraya eli kulağı yetişmeyen insanlara sesleneceğim!"
Kışanak, o konuşmada o acıyı yaşamayanlara (bir bakıma o acıyı yaşayanlara benzemeyenlere) sesleniyordu ve Batıda yaşayan Türk’e ait olmayan (ve bu bağlamda hiçbir şekilde ait olmayacak) bir duygudan söz ediyordu. Bu konuşma, benzerlikten kurulan yakınlık nedeniyle harekete geçiren bir çağrı değil, insan olmanın sonucu olarak harekete geçmeleri için bir çağrıydı. Çünkü bu çağrı başkalarının acısını hissedemesen de, insanların birbirlerine bağlı, birbirleriyle ilişkili olduklarını yineliyordu. Çünkü insanlık temas etmek demekti ve bu da, acıya cevap vermekti (cinayetin sorumluluğunu almaktı bir bakıma). Böylece acının toplumsal deneyimiyle (hissiyle demiyorum) ahlaki bir sorumluluk taşıyacaktık (taşımalıydık). Dahası, yalnızca benzerlik kurduğumuz insanların başına gelen ya da nasıl hissettirdiğini bildiğimiz olayların sonucunda harekete geçmeyecektik. Kışanak, (bazı) Türk’leri insanlığa çağırırken “kardeşçe, eşit olarak yaşamak” diyor, “neyin üstünlüğünü taslıyorsunuz, neyiniz bizden fazla, Türkler’in neyi Kürtlerden fazla? Hepimiz insanız insan, ortak paydamız budur” diye ekliyordu.
Ahlaki-politik bir insanlık pozisyonu mümkün müdür?
Evet mümkündür. Bunu sorgulamaya başladığımız an mümkün olduğunu biliriz en azından. Kolektif bir varoluş olarak insanlığı ve dahası halkların temel haklarını kabul ettiğimiz sürece, ahlaki bir politik pozisyon yaratabiliriz. Farklılıkların tehdit olmadığını, (ki tehdit de yaratılan bir şeydir, duvar bile ördürür mesela) tam tersine, o farklılıkları yaratanların bazı sınırlar olduğunu ve bu sınırların da aslında birbirimize yakınlaşmamız için bir temas alanı sağladığını görerek yaratabiliriz bu pozisyonu. Milyonlarca nefesin tek bir ses çıkarması gibi bir şey için değildir bu temaslar. Milli irade değil, kolektif bir sorumluluk meselesidir. Çünkü milli iradeden bahseden devlet idealleştirdiği nesneler (örneğin yerli ve milli vekilleri seçmesi beklenen ideal özne-nesneler) yoluyla bir devlet olabilir. Dahası, “farklı” olanlar yine benzerlikler üzerinden (buralarda “kardeşlik” çağrılarıyla) milli iradeye dahil edilir ve herkesin “benzer” olması idealiyle (her bir farklılıkta) kendini yeniden inşa eder. Farklılıklara duyulan sevgiyi dilden düşürmeden, kardeşlik düşüncesinin temellük edilmesiyle, farklı olanı – büyük bir kudretle – bağrına bas diye çağrıda bulunur. Yani üstünlüğünü, (Kışanak’ın tam da reddettiği yerden), farklı olanı tekleştirmeye çalışarak yeniden kurar. Böyle olunca ortak eğilimler de belirlenir ve “devlet olma” durumu, içerden (yani yaratılan ideal özne-nesneler vasıtasıyla) meşrulaştırılmış olur. Çünkü eğilimler bilinirse, nerede anlaşmazlık çıkacağı da bilinir diye düşünülür.
Devletin kendini benzerlikler yaratarak meşrulaştırması oldukça net. Yani farklı olanı idealleştirdiği nesnelere benzetir. Benzer eğilimler ya da arzular yaratmak (tek ses), devletin bekasını garanti altına alır. Birbirine benzememe iyi bir şeydir en başta çünkü farklılığı istediği şekilde arıtarak, tekliğe indirgeyebilir.
Şüphe meselesi
Yukarıda bahsettiğim şüphe duygusu, ahlaki-politik olarak harekete geçmenin sorumlulukla ilişkili olduğunu yeniden düşündürebildiği için anlamlı benim için. Hissini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz ve bizim başımıza gelmeyen olaylar karşısında da sorumluluk almayla ilişkili. Gezi’yi yaşadık ama Cizre’yi yaşamadık örneğin. Roboskililerin başına gelen bizim başımıza gelmeyecek mesela. Ya da Kobanêli Aylan’ın bedeni gibi, kıyıya vurmayacak bedenlerimiz. Peki, ne yapacağız? İlla bizim başımıza bir şey gelince mi harekete geçeceğiz? İlla hissini bildiğimiz olaylar mı bizi harekete geçirecek?
Biz’lerin bu soruya vereceği cevap hayır olacak elbette. Çünkü biz “yeni bir yaşam”ı kurmak için kendimize hali hazırda yerli ve milli bir referans noktası belirleyerek ilerlemiyoruz. Biz’ler, kendimizle, pozisyonumuzla ilgili en ufak bir şüpheye düştüğümüzde bunu sorgulayarak, kolektif bir sorumluluk düşüncesini aklımızdan çıkarmadan, iktidarın tüm tahakküm biçimlerine (katliamlarına, infazlarına) karşı, hakikati ortaya çıkarma mücadelesiyle var-oluyoruz. Dolayısıyla bu mücadele de ahlaki bir politik pozisyona işaret ediyor. Çünkü ahlaki-politik bir pozisyon, bir hissin sonucunda değil, her türlü tahakküm biçimi karşısında, üzerinde iktidar kurulanın başına gelen her türlü olay karşısında sorumluluk aldıran bir pozisyondur. Sorumluluk da kimlikleri gerçekleştirebilme hakkı için mücadele edip, temasa açık olmaktır. Soru-mluluk soru sordurur: Roboski’de ne oldu? Gezi’de ne oldu? Cizre’de ne oldu?
Suruç katliamının yaşandığı 20 Temmuz’dan bu yana, bize insanlığımızı sorgulatan ve mücadeleye (durmaksızın) devam etmemize (bir sonuç olarak) çağrı yapan birçok şey yaşandı. Her bir çağrıya yanıt olarak da “oralara” eli, kulağı yetişmeyenlere seslendik. Mücadeleyi hissi benzerlikler üzerinden sorumluluk alarak kurmadık. Kendimize dair duyduğumuz şüpheyi, o ilk soruları sorarak, ne olmuştu diye sorarak dönüştürdük. Çünkü şüphenin tarihi insanlığın tarihi kadar eski. Bir kere "Ne oldu?" ("Ne olmuştu?") diye sorduktan sonra, hakikatin sorumluluğunu almanız gerektiğini bilirsiniz. Ahlaki-politik pozisyon hakikatin sorumluluğunu almaktan da bağımsız olmayacaktır.
En baştaki soruma bağlayacak olursam, o sırada ve o an başımıza gelmeyen olaylar sonucunda, o ilk hissi, ölmek isteme hissimizi sorgulayarak, insanlığımızdan şüphe duymak bizi asla devletin diline pelesenk ettiği “teklik”, “benzerlik” düşüncesine kadar götürmeyecek. Çünkü ilkeli bir biçimde ahlaki-politik pozisyon alarak insan olmak, kolektif bir mücadeleyi ve hakikatin sorumluluğunu almayı sağladığı gibi, farklılıkların korunmasının da güvencesi olur. Dahası, kendimizi sorgulamamız ve şüpheye düşmemiz bir şey söyleyecek: İnsan olmak şüpheye de düşmektir bazen ve şüpheye düşmek önemlidir, kendimizi yenileyerek insanlığımızı yeniden sorgulatır. (SA/HK)