Geceleri uzaklara dalıp da geride kalanları, yaşanmamışlıkları düşünürken yastığıma inciler diziyorum. Ve sadece kendimin duyacağı bir sesle defalarca diyorum ki;
"Ahhh, na to kafa, na to mermari."
“Oku” diyen babamın sözünü dinleseydim...
Ablamı ve kardeşim Hüsniye’yi İzmir’de kolejde okutan babam, isteseydim beni de okutacaktı. Büyük abim üniversiteyi de okudu. Küçüğü de liseyi bitirip, babamın işini üstlendi.
Matematik yüzünden orta 1’i çifte dikiş okuyup, yine başaramayınca kendimden çok küçüklerle okumak istemeyip, okulu bıraktım.
"Ahhh, na to kafa, na to mermari."
“Koş, çab-buk, koş Nac-iye-ee.” olmasaydım...
13 yaşında –neredeyse- evin tüm işi üzerime kaldı. Annem zamanında babam izin vermediğinden, sonra da evdeki hayatı dışarıdakine tercih ettiğinden dışarı çıkmazdı hiç.
Beş çocuk kolay mı? Yorgun, kendince keyifli, meşguliyeti fazla bir kadındı. Ev işinden bıktığı bir zamanda ben imdadına yetişmiştim.
Sabah kahvesi, ikindi çayı, akşam oturması, yatılısı... Teyzemler, halamlar, akran kuzenler, komşular, köyden gelenler, babamın iş yaptığı insanlar...
Baş döndürücü bir trafiğin yaşandığı evde yemek, bulaşık, ütü biter mi? Çamaşır ve genel temizlik için yukarı mahalleden Şemsa Kadın gelse de evi her gün silip, süpürmek icap ederdi.
Öğlenleri babamlara , akşamları da nenemle büyükbabama yemek taşırdım. Üç tencere dolma yapılır, fırına tepsi tepsi börek-kek giderdi
Huysuz iki ağabey... Ütülediğim pantolonlarında iz tutturamadığım için beni dövenler, evlendiklerinde eşlerine bağıramadılar bile. Hatırladıkça gücüme gidiyor
Kolejli ablam ve kardeşim de evci çıktıklarında benden prenses muamelesi beklerdi. El mahkum; yapardım.
“Koş, çab-buk, koş Nac-iye-ee” Annem her gün on defalarca böyle seslenirdi bana. Haklıydı; koşmazsam yetişemezdim ki zaten.
"Ahhh, na to kafa, na to mermari."
Unutmayacağımı bilseydim koşardım ona.
Anneme inat Halk Eğitim Müdürlüğündeki dikiş-nakış kursuna başladığımda 17 yaşımdaydım. Yeteneğim olmasa da, gittim. Değilse, annem gibi ev kuşu olacaktım.
Kursa gidip gelirken yolumun üstündeki şehrin tek sinemasının gişecisine aşık oldum. Geleceği olan bir ilişki değildi; evliydi. Kimsenin kimseden beklentisinin olmadığı tuhaf bir aşktı. Ama aşktı işte.
Onu bir kez daha görebilmek için bir şekilde geçerdim sinemanın önünden. Hayatı, onunla bakışacağımız kısacık süre için yaşar olmuştum.
O kendini hapsettiği camekandan görürdü beni. Ben de onu hapsettiğim yüreğimle görürdüm onu.
Sinema bileti alırken görüşebilirdik sadece, 1-2 dakikalığına. Sıram geldiğinde “Siz hanfendi?” der, ben de titreyen sesimle “Şeyyy... İki bilet, balkon” derdim. Para üstü verirken oyalanır, kaçamak bakışırdık işte. Bazen parmakları elime değerdi ki...
Bu sayede o kadar çok film izledim ki... Sinema aşkımı bilen babam haftalığıma ek bilet parası da verirdi. Sinemacı aşkımı bilseydi, bana o paraları verir miydi hiç.
Bir defa evi aradı telefonla. “Gel” dedi. ”Boşanırım” dedi. “Çocuklarıma bakar mısın?” dedi. “Gelemem” dedim.
"Ahhh, na to kafa, na to mermari."
Babamın anneme seslendiği gibi bana da ‘avrat’ diyen bir kocam olsaydı... Annem bana çıkan kısmetlerin hepsine birer kulp taktı; fikrimi sormaya tenezzül bile etmeden. Çok sonra anladım; evlenip gidersem kendi hayatı zorlaşacağı için kısmetlerimi beğenmediğini.
"Ahhh, na to kafa, na to mermari."
Bana ‘anne’ diyen bir çocuğum olsaydı...
Kardeşlerim evlenince üzerimizdeki yükleri azalmayıp, arttı. Kardeşimin kızına 3 yaşına kadar, diğer yeğenlerime de gereksinim duyulduğu tüm zamanlarda baktım. İnsanın yeğenlerinin olması müthiş bir zenginlik ve güzellik. Onlar benim, ben onların eksik kalan bazı yönlerini doldurdum. Artık büyüdüler de, yarenim oldular.
Selin 3–4 yaşındaydı “Teyzuş, niye senin çocuğun yok” diye sorduğunda. “Evlenmediğimden” deyince “Üzülme! Ben evlenince oğlum olcak. Seni onunla evlendircem” demişti. Bu cümle beni çok etkilemişti.
"Ahhh, na to kafa, na to mermari."
Çalışacak bir işim olsaydı...
Rahmetli babam beni sigortalı yaptığından emekli oldum. Müteahhite verdiğimiz nenemin evinden, payımıza düşen evi de üzerime yaptı. Adıma bankaya ölümlük-kalımlık bir miktar para da yatırdı. Yaşam gailesi çekmedim, bumdan sonra da çekmem ama... Ben kendime ev dışı bir hayat kuramadım.
"Ahhh, na to kafa, na to mermari."
N’oldu şimdi?
Yıllarca “Koş, çab-buk, koş Nac-iye-ee” diyen annem aniden babamın yanına uçunca... Koşmamı gerektiren durumlar çok ama çok azalınca... Eve gelen-giden çok azalınca... Kendime çok zaman kalınca... İçime bakmağa başladım.
Geceleri uzaklara dalıp da geride kalanları, yaşanmamışlıkları düşünürken yastığıma inciler diziyorum. Ve sadece kendimin duyacağı bir sesle defalarca diyorum ki;
"Ahhh, na to kafa, na to mermari."(ŞD/EÜ)
* Şadiye Dönümcü, sosyal hizmet uzmanı.