Saat tik tak tik tak ediyor. Uyuyamadım. Kalktım. Beynimde dolanan cümleleri yazmaya koyulmak için. Sonra kelimeler kayboldu. Boş ekrana bakıyorum dakikalardır.
Üzgünüm, çok.
Sabah – yani birkaç saat sonra- yitirdiğimiz onca can için bir anma yapacağız sonra adı “özgürlük” olan bir meydana yürüyeceğiz. Daha 48 saat önce barış gelsin diye başka bir meydana buluşmaya giden ve orada katledilen insanları anacağız. Adı özgürlük olan meydanda, özgürce yaşayamamış, yaşam hakları kalleşçe ellerinden alınmış kadınları, erkekleri, çocukları anacağız. Utanacağız.
İki gündür utanıyorum ben. İlkinde daha haberi duymamış, görmemiş, mutfakta kahve yapıp telefonu elime almış, abimin aradığını görmüştüm. İki kez aramıştı. Sabahtı daha. Korkarak geri aradım. Beni kontrol etmek istemiş, “Evde misin?” dedi. Evde olduğumu duyunca sesine bir rahatlama geldi. Haberleri benden önce öğrenmiş ve benim de orada olabileceğimi düşünmüş. Daha olayın boyutunu bilmiyordum ama orada olmadığım için utanmıştım. Anında haberleri açtım, daha saat 11.30 gibiydi. Ağlamaya başladım. Gün boyunca haberler kötüleştikçe, sayılar yükseldikçe orada olmadığım için yaşadığım utanç, yaşadığım için duyduğum utanca dönüştü. Utanarak ağladım. “Ben neden buradayım?” diye sorguladım kendimi. Gün içerisinde endişeyle beni arayan aile bireylerimle konuşurken de hep bir utanç taşıdım. Onlar beni “barış mitingine gider, gitmiştir” diye düşünüp endişelenirken, ben o sabah evimde kahve içiyordum ya yerin dibindeydim. Daha da derine girdim artan her sayıyla. Onlar ferahladıkça ben kızarıyordum, yüzüm kızarıyordu, gözlerim kızarıyordu. Al bir meydandı içim, kanla kaplıydı.
O andan beri sürekli ekranın başındayım. Kanal kanal gezip açıklamaları dinliyorum. Ağıtlar dinliyorum. Korkunç ayrıntılar dinliyorum. Ekranın karşısında bile dayanamadığım görüntüler izliyorum. Cenazeler izliyorum. Feryatlar dinliyorum.
İçim yok, kalmadı acıyacak bir içim.
Üzgünüm, çok.
Kime yanayım? Gencecik üniversite öğrencilerine, yeni evli çiftlere, sevgilisine sarılan gence, çocuğunu kaybeden anne babaya, babasını kaybeden evlada? Hangisine yanayım. Hepsine. Allah’ım hepsine. Veysel’e yanayım. Ah Veysel’e. Gözüm Veysel’e. Yazıyla dokuz yaşında – daha dokuz yaşında- dokuz. Dokuz yaşında bir barış eyleminde gözlerini yuman canım Veysel’e. Ahh be çocuk, nasıl bakayım gözlerine! Nasıl?
Oysa,
“Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim.” demek istiyorum. Dik durmak.
“Hesap soracağız” demek.
“Katilleriniz yargılanacak.” demek.
“Kanınız yerde kalmayacak.” demek.
“Sizin için barışı getireceğiz.” demek.
“Ant olsun ki…” diye cümlelere başlamak istiyorum.
Yapamıyorum.
Üzgünüm, çok.
Veysel’in gözleri geliyor gözümün önüne. Onlarca çözülmemiş dava, yargılanıp serbest bırakılmış katili düşünüyorum. Verdiğimiz ve tutamadığımız sözleri düşünüyorum. “Unutmayacağız!” dediğimiz ve yenileriyle değiştirmek zorunda bırakıldığımız acılarımızı düşünüyorum. Berkin’in gözleri geliyor gözümün önüne. Ceylan’ın gözleri…
Çocukları bırakın bari caniler, diyebiliyorum tek.
Bizi alın, yaşadığına utanan bizleri alın.
Çocuklarımızı bırakın ama.
Belki biz hak edemedik barış içinde yaşamayı. Belki biz beceremedik aynı topraklarda yan yana yaşayıp, toprağın kokusunu içine çekip, birlikte halaya durmayı. Belki hepimiz biraz suçluyduk böyle kutuplaşmakta. Belki bizi bize düşman edenlere uymamalıydık. Belki böyle bir düzeni biz kendimiz hak ettik. Belki bu cehennemi biz yarattık hep birlikte.
Belki…
Fakat çocuklar, her biri, nerede olursa olsun, anası babası ne olursa olsun, evinde hangi dil konuşulursa, duvarında hangi fotoğraf asılı olursa olsun, hangi okula giderse gitsin, hangi kula taparsa tapsın anası babası, hangi dine inanırsa inansın, hangi mezhebe mensup olursa olsun, ya da dinsiz olsun, Ermeni olsun, Türk olsun, Kürd olsun, Laz olsun, Çerkes olsun, Yahudi olsun, yahu bırakın düşmanınızın çocuğu olsun, çocuk olsun, çocuk olsun, çocukça gülsün yüzü. Yaşasın.
Çocuklar yaşasın.
Biz gidelim ölüme, gerekirse gerelim göğsümüzü kalleşe “Gel beni öldür!” diyelim.
Ama yaşatalım onları. Kendimizden koruyalım, insan dediğimiz bu türden kurtaralım onları. Ayrı bir ülke kuralım gerekirse, milliyetin olmadığı, dinin, paranın, sosyal sınıfların olmadığı, ütopik bir dünya kuralım onlara. Tüm pisliğimizden, tüm renklerimizden, tüm günahlarımızdan, tüm hırslarımızdan, tüm düşmanlıklarımızdan, tüm caniliğimizden arındıralım.
Yaşatalım çocukları. Ne pahasına olursa olsun.
Belki ileride onlar “güzel günler göreceğiz” derken inanırlar kendi sözlerine.
Zira ben inanmıyorum artık.
Üzgünüm, çok. (SK/ÇT)
* Fotoğraf: Mustafa Kamacı, Anadolu Ajansı.