Defalarca yazdım, çok yerde de dile getirdim. Dünyanın neresinde bir Kürt yaşıyorsa entelektüel, kültürel, siyasal kıblesi Diyarbakır’dır. Onlar, yaşadıkları yerden yüzlerini kadim şehre çevirip ona göre de mevzilenir.
Ama buna rağmen hayatın tuhaf ve tuhaf olduğu kadar da garip tezahürleri var. 2015 yaz sonunda başlayıp 2016’nın mart ortasında biten hendekli barikatlı sokak savaşları sonucunda şehir adeta topyekun bir felaket yaşadı. Mekânlar yerle bir olurken yüzlerce insan da katledildi. İşte o insanlar uzaktan ya da yakından kıblegahlarına baktılar ve gördüler, ya da yaşadılar. Görünen tam da buydu!
Eski şehrin doğu yakasındaki (Balıkçılarbaşı’ndan Yenikapı’ya dosdoğru inen sokak) altı mahalle taammüden cinayete kurban gitti. Kent dinamikleri o felaket ortamı içinde maalesef çözüm üretemediler. “Hendek, barikat, sokağa çıkma yasakları eşzamanlı bitmeli” sesleri de karşılık bulamadı o çatışmalı hâl içinde.
2016 Mart’ından sonra hayli zaman girdi araya ve sokak savaşlarından sonraki uzun süreli yasaklı dönemde de kısmi yıkık mekânların büyük bölümü tarih-kültür-miras ayrımı yapılmadan büyük ölçüde yıkılıp tahrip edildi.
O yasakların başladığı günlerden birinde, üstü açık bir yarım pikaba evinden ne kadarını kurtarabildiyse yığmış biri, araçta şöförün yanına oturmuştu, aracın sürücüsü ağır ağır sokaktan caddeye çıkmaya çabalıyordu. Yanımdan geçerlerken elimi kaldırıp “Nereye?” diye sordum. Olanca hüznüne ironi katarak felaket mağduru; “Şeyh bağına gazele, gazele” deyip gazel yaprağı misali nereye sürükleneceği meçhule doğru çekip gittiler.
Yine o günlerden birinde o yasaklı mahallelerin farklı yerlerine kurulan güvenlik noktalarından birinin hemen dışındaki bir tümsekte iki kadın toprağa bağdaş kurmuş içeriden (yasaklı bölgeden) moloz taşıyan kamyonlara dikkatle bakıyorlardı. Yanlarına yanaştım ve cesaretimi toplayarak Kürtçe sordum. Dediler ki; “Evimiz hemen bir alt sokaktaydı. Apar topar kaçarak çıkmak zorunda kaldık. Şimdi Bağlar’da iki göz bir delikte kalıyoruz. Her gün oradan buraya yürüyerek geliyoruz. Evimize gidip bakmak istiyoruz, ama polis içeri bırakmıyor. Gelen kamyonlara dikkatle bakıyoruz. Acaba bizim evi de yıkmışlarsa o molozların içinde bizim eşyalarımız da var mı?” Hiçbir şey demeden ayrılmıştım yanlarından, çünkü tam anlamıyla sözün tükenmesi gereken andı o an!
Mart 1980’de İndiana Üniversitesi’nde bir mülakatında Borges diyordu ki; “Geçmişi bilebiliriz, ama bugün bizden gizlenmiştir.” İşte Borges’in “geçmiş” dediği, bizlerin yakın geçmişi o günlerde o yangın yerinin bizatihi içinde olanların belleği ve tanıklığından biliniyor. Ya bugün, evet ya bugüne gelirsek…
Ve işte sonra yeniden yapılanma süreci başladı. Yıkılırken “çatışmalı süreç sonlansın” diyenleri dinlemedikleri gibi, yapılırken de; “yıkarken dinlemediniz bari yeniden yaparken dinleyin de aslına uygun mimari esas alınsın” diyenlere, bir kez daha kulaklar tıkandı ve öyle kinli idiler ki; bazalt taşı bile Karacadağ yerine Kayseri’den getirdiler. E, ikisinin başharfi de “K” ile başlıyordu ya, ne fark ederdi ki!
O adına “Diyarbakır evleri” dedikleri yapılardan ortaya ne çıktığını altı yıl sonra yasaklı hâl bitince gördü kent halkı: Evleri başlarına yıkılmış, cenazeleri orta yere saçılıp günlerce defnedilememiş, sokak kedileri ölülerin kanlarını yalamış, felakete kurban gitmiş kadim mekânsal manzumelerin yerine, kibrit kutusu misali mahpushane evler görüntüsünde hücre tipi mekânlar çıkmıştı ortaya.
O mahallelerde, o sokaklarda hatıraları olan ve yersiz-yurtsuz kalanlar mekânlarının yerinde gördükleri yapılara baktıklarında “bir dokun, bin AH işit” moduna girmişlerdi. Sadece dillerine düşen bir cümle kalmıştı geriye: “Bize bunu reva görenlere Allah koymasın! Misliyle ahımız alınsın onlardan…”
Bir “Barış Elçisi”nin önünde katlinden tanıklık “sabıka”sı olan dört ayaklı minarenin hemen yanından başlayıp surlu şehrin dört kapısından biri, doğuya açılan Yenikapı’ya kadar uzanan yola, “Yenikapı sokak” deyip o ucûbe yapıları da eklenti sokakları ile birlikte sıra sıra dizmişlerdi sokağa bakan iki cepheye. Her ağzını açan “Bu ah er veya geç alınır” diyor başka da bir şey demiyorlardı.
Sonra o ev ile işyeri kolajı yapılara birer, birer birileri taşındı. Marka kafeler, lokantalar, hediyelik eşya satıcıları.
Geçtiğimiz hafta uzun yıllardır İstanbul’da “Kürt yayıncılık” yapan bir yayınevi de o ah mekanlarından birinde yayınevi açılışını kokteylle yaptı. Onca yılın Kürdi hassasiyetine mekânsal tercih anlamında hiç de yakışmadığını buradan bir kez de ben ifade etmiş olayım.
Yaşar Kemal’in “Yağmurcuk Kuşu” romanında geçendir:
“Annesi İsmail Ağa’yı şöyle öğütler: ‘senden dileğim, oğlum, o kasabaya gidersen, Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme. Sahibi kaçmış yuvada, öteki kuş barınamaz. Yuva bozanın yuvası olmaz. Zulüm tarlasında zulüm biter.”
İsmail Ağa anasının öğüdüne uyarak ona o konaklardan birini vermeye kalkana; “Sağol ama Bey, ben Ermeni konağı, çiftliği, tarlası istemem” diyordu.
Ancak konağı öneren kişi teklifinin reddedilmesine kızıyordu.
“Onlar kuş değil Ermeni” diye bağırır, bir çelik tel gibi zangırdayarak Arif Bey, ayaklarını yere vurup tepinerek, “Sen ne söylüyorsun, be akılsız Kürt, deli Kürt, onlar kuş değil, kuş değil… Ermeni, Ermeni… Evleri de yuva, olamaz.”
İşte hal tam da bu minval üzeredir. O mekânlar eski sahipleri / sakinlerinin gözünde koca “Ah mekânları”. Üzerlerinde binbir beddua var. Bu sebeple vicdan sahibi ve kendine “insanım” diyenin / diyenlerin o ahlara ve vicdani çığlıklara duyarlı sorumlulukları olmak zorunda. Hele hele, kültür, kimlik, kitap, sanat ve entelektüalite adına yol yürüdüklerini varsayanlar için bu sorumluluk daha çok böyle olmalı(ydı)…
Ve siz, evet siz bu satırları Roboski’nin kanayan yarasının 14. yıldönümünde okuyorsunuz. Roboski’yi unutmadığımız gibi tarihi kadimden zeyl sur mekânlarında olanı biteni de unutmayacağız… (ŞD/TY)







