*Fotoğraflar: Mehtap Doğan arşivi
"Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı'nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah... dedim sonra,
Ah!"
Çekilen acıyı tarif etmek için uzun uzun kurulan cümlelere, ince ince seçilen kelimelere hiç ihtiyaç yokmuş; 'Ah!' İki harf, bir ünlemden daha çokmuş. Ve insan sevdiklerini kaybettiğinde meğer ne kadar çok 'Ah!' çekiyormuş.
Türkiye'den 2018 yılında ayrıldım. Beş yıl Letonya'da yaşadıktan sonra İsveç'e taşındım. Yurtdışına göçme ihtimali doğduğunda, gitme kararımı frenleyen tek sebep annemle babamdan uzak kalacak olmamdı. Yaşlanıyorlardı, haliyle ufak tefek rahatsızlıklar yaşıyorlardı. Onlar için kaygılandığımı fark ettiklerinde, "Git kızım, bir tane hayatın var, bizi düşünme. Başımıza bir şey gelecek olsa, bir bilete bakar, atlar uçağa gelirsin. Hem ne olacak ki?" diye yüreklendirenler de onlardı.
Öyle ya, ne olacaktı? Yaşam sevinciyle dolu iki insandı. Yemelerine içmelerine dikkat ediyor, sağlıklarına titizleniyor, gelecekle ilgili hayaller kurup, planlar yapıyorlardı. Haliyle beyin kanaması, kalp krizi, kanser gibi yaygın hastalıkları bile konduramazken, Çin'de ortaya çıkacak bir virüsün, bütün dünyayı sarsacak, gelip bizimkileri bulacak olması aklımızın ucundan bile geçmiyordu.
"Feleğin türlü türlü işleri var" derdi annem.
Feleğin türlü türlü işleri...
2021'de, pek çok insan gibi, benim de hiç ummadığım şeyler oldu. 22 Ocak'ta babamı, 8 Şubat'ta annemi kaybettim; en çok sevdiğim, onlara bir şey olursa ne yaparım dediğim, normalde konuşmadan, şimdilerde düşünmeden tek gün geçirmediğim iki insanı.
Pandemi yasakları, Türkiye'ye koyulan seyahat engeli, Letonya'da çetin geçen kış mevsimi, yoğun bakım süreçlerinde yaşadığımız stresin sebep olduğu fiziksel ve psikolojik tükenmişlik nedeniyle Türkiye'ye gitmek şöyle dursun, evden sokağa bile adım atamadım. Hastanede yanlarında olamadım, cenazelerine katılamadım, taziye, mezar ziyareti gibi kayba alıştıracak hiçbir süreci yaşayamadım. Kardeşlerime sarılmak, sevdiklerimin omzuna başımı dayamak, annemle babamın yattığı yeri görmek için yedi ay beklemek zorunda kaldım. 7 ay! İnanın sadece dile kolay.
"Kusura bakma yavrum, efkârlandım"
Annem ve babam, "Bu beladan ölürsek, cenazemize kimse katılamaz" diye, aylarca titizlendiler. Koca bir sene en sevdikleriyle bile görüşmediler. Her gün uğradıkları pastaneye, ihtiyaçlarını gidermek için markete, beş dakikalığına komşuya, kontrolleri için doktora gitmek şöyle dursun; hiç olmazsa burada soluklanırlar diye, apartmanın bahçesine koydurduğumuz bankta bile oturmaya çekindiler.
Önce babama, nihayetinde anneme teşhis konulduğunda aralık sonuydu; bakımları evde yapılıyordu. "Grip gibi geçiriyoruz, telaşlanmayın!" diyen babamla annem için ambulans kapıya dayandığında, takvimlerde 5 Ocak yazıyordu. Diken üstündeydik. Babamın değerleri iyi değildi, çok geçmeden yemeden içmeden kesildi. Ah canımın içi, azıcık hastalanacak olsa hemen koyverirdi.
Yaşadığım ülkede hava buz gibi soğuk, gökyüzü ise zifiri karanlıktı ve telefonum çalıyordu. Bizim evde oldubitti zamansız çalan telefon hayra yorulmazdı. Parlayan ekranda babamın adı yazıyordu ve kalbim daha önce hiç hissetmediğim kadar hızlı çarpıyordu. Bir yandan haber almak için deliriyor, öte yandan alacağım haberden ölesiye korkuyordum. Gelen çağrıyı cevapladığımda, babam pırıl pırıl gözleriyle bana bakıyordu. Yüzünde kocaman bir gülümseme, gözlerinde derin bir hüzün vardı. "Sizi çok seviyorum kızım" dedi; "Ve çok razıyım hepinizden. Bize hayattayken değer veren verdi; öldükten sonra ağlamışlar, anlatmışlar, aramışlar haberimiz olmayacak ki! Bundan sonrası pek de önemli değil yani. Lütfen, başımıza ne gelirse gelsin çok üzülmeyin, işinizden gücünüzden olmayın, kendinizi hırpalamayın ve bize hayattayken kıymet verenlerin değerini bilin."
Sustu...
Kafasını usulca duvara doğru çevirip, başparmağını gözlerinin kenarına doğru uzattı. Ne zaman akıttığı yaşı gizleyecek olsa babam bunu yapardı. Telefon birden kapandı! O güne kadar hiçbir konuşmamız "Hoşça kal" demeden sonlanmamıştı. Çok geçmeden tekrar aradı. "Kusuruma bakma yavrum, efkârlandım. Annenizden ilk kez bu kadar ayrı kalıyorum. O benim 'Hayat'ım, can yoldaşım. Bunca yıl aynı evde, ayrı kanepeye oturmadık biz" dedi. Ağladı. Ağladım.
Endişeliydik, ama umutsuz değildik. Babamın bir iki gün, annemin ise birkaç hafta sonra evde olacağından emindik. Öyle olmasa, "Yazan, arayan, soran herkesi not et yavrum. Sen şimdilik gelen mesajları cevapla, ben çıkınca hepsini tek tek ararım zaten" der miydi? Bir de Malatyalı Fahri Kayahan'ı ne kadar sevdiğinden bahsetti ve "Ela gözlüm ben bu elden gidersem, zülfü perişanım kal melul melul. Kerem et aklından çıkarma beni, ağla gözyaşını sil melul melul" türküsünü yollamamı istedi.
"Gadanızı alayım"
Annem soluk alıp vermekte zorlanıyor, şiddetli baş ağrısı, nefes darlığı, uykusuzluk gibi sorunlar yaşıyordu. Haliyle, sesini duyalım diye çırpınıyor, ama istediğimiz sıklıkta arayamıyorduk. Ulaşamama, görememe hali sadece bize değil, aynı hastanede, ayrı odada yatan babama da iyi gelmiyordu. Nihayetinde odaları birleştirildi; "Ne iyi oldu" demeye kalmadan da ikisi birden yoğun bakıma gönderildi.
Müthiş bir sabır, bolca umut ve dayanma gücü gerektiren, inanılmaz ağır bir süreçti. Kapılarda beklemeye, koridorlarda sabahlamaya, hastane odalarında perişan olmaya razıydık. Oysa doktorlarla, hemşirelerle bile yüz yüze görüşmenin mümkün olmadığı zamanlardı. Günde bir kez hastane personeli tarafından aranıyor, neredeyse bir önceki günle aynı bilgileri alıyorduk. Günde bir kez! Ağızlarından dökülecek fazladan bir kelimeyi duymak için bütün gece diken üstünde bekliyorduk. Kaygılıydık. Telaşlıydık. Çaresizdik. Sabahı zor ediyorduk... Birbirimize, "Direnirler değil mi?" diye sorup durduk; "Direnirler değil mi?" Elbette direneceklerdi! Kimseyi üzmemek için hayatlarını heba etmiş iki insan, herkes gözlerinin içine bakarken direnmeyecekti de ne zaman direnecekti? Öyle emindim ki, o sevimsiz odadan çıktıklarında annem "Gadanızı (Belanızı) alayım, kim bilir nasıl korktunuz" diye efkârlanacak, oturduğu koltukta salınmaya başlayacak, babam da "Ne korkması Hayat? Hafta boyunca ağzımıza giren her lokmayı bir bir saymışlar, hayırsız bunlar! İki dilim mandalina yedik, iki kaşık çorba içtik diye dünya aleme yaymışlar!" diye muzip muzip gülecekti.
Annemin değerleri iyi değildi, sürekli uyutuluyor ve solunum cihazıyla destekleniyordu. Yardımsız nefes alıp veremediği için 20 Ocak sabahı entübe edildi. Ertesi gün hastaneden gelen haberler iç açıcı değildi, oksijen satürasyonu düşmüş, zatürre olmuş ve kalp ritmi bozulmuştu. Anacığımın zayıflayıp zayıflamadığını anlamak için röntgen filmlerini milim milim inceleyecek kadar çaresiz, bu kadar kötü değerlerle, yoğun bakımdan sağlıklı çıkacağına inanacak kadar umutluymuşum. Ölüm şurada dursun, yatalak kalma ihtimalini bile kondurmuyormuşum. "Abbas bu hastalığa dayanamaz, çocuklarım ikimizin yokluğuna katlanamaz" deyip dişini sıkacağına bütün kalbimle inanıyormuşum. Aslına bakarsanız, babamın daha iyi olduğunu düşünüyor, annemin de bir an önce toparlanmasını ümit ediyormuşum.
Öldü deme ne olur!
22 Ocak, Cuma akşamıydı. Telefonun ucunda abim vardı. Sesi kahır doluydu. Kayıp, ölüm, vefat bizimkilere o kadar yakışmayan kelimelerdi ki; iki lafı bir araya getiremedi. "Öldü deme ne olur" diyebildim; öldü deme ne olur, babam nasıl ölür ya?!
"Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan,
Bir AH'dan başka.
Ah benim nergis kokulu cehaletim
Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin.
AH!"
Annemle babamın kalplerinin güzelliği yüzlerine öyle yansıyordu ki, ne zaman sokağa çıksak balkonlardan eller sallanıyor, "Çok tatlısınız, her gün sizi izliyorum" diye seslenenler, "Sizi öpebilir miyim?" diye yolumuzu kesenler, tanımadığımız halde içtiğimiz çayın kahvenin parasını ödeyenler oluyordu. Annemin pastası, böreği 'lokma' niyetine kabul ediliyor, babamdan alınan bozuk paralar ise bereket ve şans getirsin diye cüzdanlarda saklanıyordu. Çünkü onların 'uğur' getirdiklerine inanılıyordu. Babamın rakısını içmeyen, annemin kurduğu sofralara oturmayan, balcanlı köftesini, analı kızlısını, ekşili avrat aşını, bademli kayısı reçelini yemeyen kalmamıştı. Annem kim bilir, "Bedriye dediydi dersin" diye kaç kişinin falına bakmıştı. Hal böyle olunca sandık ki, birinden birini yitirecek olsak insan seliyle uğurlarız, taziye için gelenleri evlerimize sığdıramayız. Öyle olmadı!
Vefat edenin birinci derecede yakınları dışında kimsenin cenazeye eşlik edemeyeceği günlerdi. Babamızı kaybettiğimiz gün toprağa vermeye kalkışsak, sadece abimle ablam uğurlayabilecekti; sadece ikisi! Bir başlarına! İmkânı yok baş edemezlerdi, beklettik. Bütün ömrü insan sevmekle geçen bu güzelim adama, 25 Ocak Pazartesi günü, yüzlerindeki maskeler nedeniyle tanımakta zorlandığımız, bir avuç akrabamız eşliğinde veda ettik. Ben o sırada Letonya'daydım. Gülünce kenarları kırışan, mutlu olunca içi parıldayan gözlerine bayıldığım, kucağına gömülmekten, dizlerine kıvrılmaktan, başımı omzuna dayamaktan, koca burnunu sıkıp, bembeyaz saçları arasında ellerimi dolaştırmaktan büyük keyif aldığım, sohbetine, kim bilir kaçıncı kez anlattığı anılarını dinlemeye doyamadığım, bileğinden fırlayan o yuvarlak kemikten gömlek cebine iliştirdiği kaleme, taktığı birbirinden zevkli kravatlardan o narin kolunda taşıdığı saate kadar her şeyine hayran olduğum babamın toprağa verilişini telefon ekranından izlemek zorunda kaldım!
"Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum.
Yıkadılar aldılar götürdüler.
Babamdan ummazdım bunu kör oldum."
*Cemal Süreya
Aynı konakta doğmuşlar, aynı mezara gömüldüler
Annem kalp hastasıydı. Bazen katıla katıla güler, sonra da "Abbas kalbim sıkıştı, az kalsın ölecektim. Böyle ölsem bunlar cenazemde birbirlerine bakıp bakıp gülerler; kendilerini malamat (rezil), cenazemi de zirinkil (sersefil) ederler" derdi. Ölüm öyle uzak, öyle alay edilesi bir şeydi. 8 Şubat sabahıydı. "Hiç umut yok artık" dediler. Hiç umut yok! Gülerken ölecek diye endişelendiğimiz annemizin o eşsiz kalbi böyle duramaz, evimizin melek kalplisi böyle gitmiş olamazdı! Annem gitmiş olamazdı!
Annem babama bakıp bakıp: "Ne güzel adam ya, çitil (fidan) gibi" diye iç çeker, aşık mısın hâlâ diye sorduğumda, "Hıı hııı" diye cevap verirdi. İki iyi hayat arkadaşı, can yoldaşıydı onlar. Farklı yıllarda ama aynı konakta doğdular, birlikte 57 yıl geçirdiler ve birbirlerine hep "Hayat" diye seslendiler. Bu yüzden aynı mezara kucak kucağa verildiler. Sevgiye ve saygıya doydukları güzel bir hayat geçirdiler, evlat acısı görmediler, birbirlerinin acısını yaşamadılar, son anlarına kadar sarılıp sarmalandılar ve öyle eminim ki bizlerden çok razıydılar. Yine de keşkeler bitmiyor. Keşke babamla yaptığım gibi bir vedalaşmayı (tabi o konuşmayı yaparken vedalaştığımızı hiç düşünmemiştim) annemle de yapabilseydim, keşke seslerini bir kez daha duyabilseydim, keşke son kez olduğunu bile bile kucaklayabilseydim, çok hasrettik, ama çok...
Artlarından yazılan şiirler, yazılar, mektuplar, yorumlar, paylaşılan anılar yıllardır görmediğimiz halde bize ulaşıp içli içli ağlayanlar ve iyi günde de kötü günde de yanımızda olan yakınlar sayesinde teselli olduk. "Kapıdan geçeni çevirir, eve davet ederlerdi. Normal koşullarda cenazeleri insan seline dönerdi, yalnız gittiler, bunu hak etmediler" diye ağlayan da çoktu. Elbette gönüllerimiz başka türlü uğurlamayı arzu ederdi, fakat hissettiğimiz duygu seli de inanılmaz kıymetliydi. Annem hem sarı papatyaları çok severdi hem de bizleri "Sarı papatyalarım, mor menekşelerim" diye severdi. Mezarına bırakılan demet demet sarı papatyalar, emek emek yaptıkları ve büyük özlem duydukları bahçemizden getirilen toprak çok değerliydi.
Gidişleriyle beraber anladık ki kurak topraklarda yeşerttikleri 'Cennet Bahçesi' sadece bizim değil, herkesin 'cenneti' olmuş. Ne çok insana analık-babalık etmişler meğer; ne çok gencin dedesi ve ninesi olmuşlar. Çocukla çocuk, yetişkinle yetişkin gibi iletişim kurmuşlar. Ah bir bilseniz kimlere dokunmuşlar, kimlerin hayatını dönüştürmüşler, kimlere ilham olmuşlar. Her masaya, her sofraya yakışmışlar, köyde köylü, şehirde kentli olmuşlar. Alevi-Sünni, Türk-Kürt, zengin-fakir, köylü-kentli demeden ne çok insana sarılmışlar ve nasıl sarmalanmışlar. Ne kadar sevilmişler, hem de ne kadar...
"İyi şiir, şairinin parmak izi gibidir"
Koşullar o kadar sıra dışıydı ki, teselliyi nerede bulacağımı bilemedim. Önce fotoğraflara sığındım, videolara, not aldığım hatıralara, sonra da şiirlere, şairlere... Çocukluk hatıralarını, annesine olan hasretini, şaşkınlıklarını, kızgınlıklarını lirizm ile dile getiren Didem'le çok ağlaştım mesela. Annesizlikten şair olan, Füsun'un kızı Didem'le... Dokunaklı dizelerini, öfkesini, muzipliğini, coşkusunu, alaycılığını, isyankarlığını, küçük şeylerle mutlu oluşunu, hele de samimiyetini çok sevdiğim çiçekli şiirlerin şairiyle...
"Bu kitapta yer alan şahıs ve mekânların gerçekle alakaları tamdır. Kahramanları hep yanlış ata oynayanlardır" dediği "Grapon Kağıtları"nı, birikmiş ahlarını, söylediklerini ve söyleyemediklerini altına gömdüğü "Ah'lar Ağacı"nı ve sorunlarını ve sıkıntılarını ve hüznünü ve sevincini yerleştirdiği "Pulbiber Mahallesi"ni bunca zaman kim bilir kaç kez okudum. Sanki aradığım teselliyi, sığınacağım omzu, ihtiyacım olan huzuru evirip çevirdiğim sayfalarda değil de Didem'in "Mucize öldükten sonra" taşındığı evde buldum. Adeta, 'Muc'un ucuz evine' konuk oldum, raflarına rengarenk reçeller dizdiği pötikareli mutfağında oturdum, yüreği acı ve hasretle kavrulmuş, merhametli, becerikli, isyankar bir kadının kollarına sığınıp, omzuna başımı koydum...
Yalnızlığını ve annesizliğini dizeleriyle dışa vuran Didem Madak için merhametin, saflığın, masumiyetin karşılığı anneymiş, benim için de. O da çok severmiş annesini, ben de. Onun annesi de hep gülermiş, benimki de. Ve annesinin gidişiyle birlikte güzel olan her şeyi yitirmiş, ben de! Sanki o anlatıyor ben ağlıyordum, ben anlatıyordum o ağlıyordu; fakat Didem babasını benim kadar sevmiyordu. Tıpkı, "Babamla güzel anılarım yok, seveni de yoktu sanırım, yalnız öldü. Şimdi, hiç tanımadığım babanın fotoğrafına bakıp bakıp ağlıyorum. Ne şanslısın Mehtap! Acısı böyle kalmayacak, dilerim en güzel düşlerde buluşursun" yazan arkadaşım gibi. Keşke bütün kadınların babası, keşke herkesin babası, abisi, kocası, keşke bütün adamlar benim babam kadar incelikli, merhametli, zarif ve sevgi dolu olsaydı.
"dünyadan şen bir ruh geçmişti
en son onunla gülmüştüm...
ayaklarıma yeşil otlar değmişti, üstümden beyaz
bulutlu gökyüzü yürümüştü. ben ikisinin arasında uyumuştum.
bir çingene şarkısında kederli bir cümle şimdi bunlar..."
"Hem zaten şiir niye var?"
Didem'le çok ağlaşmış olsak da, beni silkeleyip ayağa kaldıran Birhan oldu. "İyi şiirlerin peşinde olanların şairi" diyorlar Birhan için, bence de öyle. Adeta omuzlarımdan tuttu, beni karşısına oturttu, bir abla gibi kırk nasihatte bulundu. Ne zaman daralsam, aklımda hep şu cümleleri dolanıp durdu: "Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. Ortada dursun. Olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper. Az unutursun."
O zamanlar acıyı ortaya koymak çok zordu. Babamızı kaybettiğimizde dizlerimiz kırılmıştı, ama ayakta durmamız lazımdı, çünkü annemiz hâlâ hayattaydı. Şok, inkar, acı, kaygı, çaresizlik, umut her şey birbirine karışmıştı. Teselli vermek için arayanların çoğu, "Seni nasıl da özlemişti, son kez göremedi" diyordu. Bu söz içimi parça parça ediyordu. Bir dirhem umuda ihtiyacım varken, gidemediğim için çaresizlikten geberirken, "Yoğun bakımdakiler ölmek için sevdiklerinin yolunu gözlermiş", "Gidebiliyorsan git de daha fazla acı çekmesin", "Annen teslim olmak için seni bekliyordur, sonra çok pişman olursun" gibi cümleler kuruluyordu. Kimse arayıp sormasın istiyordum, kimse. En sevdiklerim bile! Başsağlığı dilemesinler, geçmiş zaman kullanmasınlar, "Acını anlıyorum, ama güçlü olmalısın", "Annen baban hissedip üzülür, çok ağlamamalısın", "Ölenle ölünmez, ayakta durmalısın" demesinler istiyordum. Bana iyi gelir umuduyla yolladıkları fotoğraflara, videolara baktıkça göğsüm çokça ağrıyor, nefes alamıyor ve hiç uyuyamıyordum.
Sanırım bir yıl kadar sonraydı, annemin becerikli elleri girdi rüyama, sadece elleri. Sonra çarşaf gibi pürüzsüz, ışıltılı, berrak bir suda yüzerken gördüm onları. Babamın kırlaşmış göğüs kılları suyun içinde hafif hafif dalgalanıyordu, tıpkı Mersin'deki yazlığımızda birlikte yüzdüğümüz o keyifli anlardaki gibi. Bir yandan derinliklere doğru kulaç atıyor, bir yandan da "Bizi düşünmeyi bırak artık kızım, hayatına bak. İnan çok huzurluyuz" diyordu. Ne yapacağımı bilemeden, çaresizce kıyıda dikiliyordum. O sırada birinin daha suya atladığını duyup irkildim. Annemdi! Üzerinde siyah bir mayo vardı, saçlarının ucu ıslanmıştı, omuzlarını geçen derinliğe çoktan ulaşmıştı. Oradan oraya koşmaya, avazım çıktığı kadar, "Sen yüzme bilmezsin ki, yalvarırım gitme anne!" diye bağırmaya başladım. Sakince döndü, gülümsedi ve "Hadi yavrum git artık, ben yüzmeyi öğrendim" dedi.
Yas yaşayana özgü bir deneyim
Bir daha kavuşamayacağımız gerçekliğiyle yüzleşmek çok sancılı, çok acılı bir süreçti. O zamanlar ümitsizlik, keder, çaresizlik, kaygı gibi duyguların hiç geçmeyeceğini sanıyordum. Önce yemeden içmeden kesildim. Kısacık zamanda 20 kilo verdim. Sık sık göğsüm sıkışıyor, nefes almakta güçlük çekiyordum. Zihnim sürekli yaşananlarla meşgul olduğu için doğru düzgün uyumuyor, dikkatimi toplayamıyor, hiçbir şeye odaklanamıyor ve eskiden severek yaptığım şeylere artık ilgi duymuyordum. Halsizdim, yorgundum, zorunlu haller dışında yataktan çıkmıyordum. Yemek yemekten, kendime bakmaktan, duş almaktan kaçınıyordum. Sanırım onlar öldüğü halde hayatıma devam edebildiğim için suçluluk duyuyor, herhangi bir sebepten dolayı mutlu olmayı kendime yakıştıramıyordum. Sevgilim uykudayken kalbini dinliyor, atmıyor galiba diye panikliyordum. Bir daha hiç gülemeyeceğimi sanacak kadar karamsar, sevdiğim herkesi kaybedeceğimi düşünecek kadar kaygılıydım. Fakat bütün bu olumsuz duygularla cebelleşirken eşe dosta güçlü görünmeye çabalıyor, acımı anlatmaktan, efkârımı, kederimi paylaşmaktan çekiniyordum. Şok, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme gibi evrelerin sırayla yaşandığını zannediyor, yasın çeşitleri olduğunu bilmiyordum. Sabırsızdım. Katlanmak o kadar zordu ki, bir an önce yol almak, normale dönmek istiyordum. Başkalarıyla kendimi kıyaslayıp, "O toparlanmış görünüyor, ben hâlâ yerimde sayıyorum?" diye hayıflanıyordum. Telefonun ucunda feryat figan ağlayanları büyük bir sükûnetle teselli etmemin sahip olduğum güç ve metanetten kaynaklandığını sanıyordum.
Nasıl büyük bir şok yaşadığımın, kayıplarımı idrak etmekte ne kadar zorlandığımın farkına çok sonra vardım. Metanet yerini zamanla müthiş bir yoksunluğa, dayanılmaz bir özleme bıraktı. Özledikçe aramak istedim, arayamadıkça öfkelendim. Bütün bu duygularla baş edemeyeceğimi hissedince de profesyonel destek almaya karar verdim. Böylece yargılamadan, yaralamadan sizi dinleyen, güçlendiren, güven duyduğunuz, aklına inandığınız biriyle duygularınızı paylaşmanın, dertleşmenin nasıl iyileştirici olduğunun farkına vardım. Aceleci davranmanın, telaşa kapılmanın, güçsüzken güçlü gibi görünmeye çalışmanın, "Millet ne der" deyip yası istediğiniz biçimde yaşayamamanın ileriye değil, geriye götürdüğünü, yemeyi içmeyi aksatmamanın, yataktan bir an önce çıkıp size iyi gelecek şeylerle oyalanmanın, boğuluyor gibi hissettiğinizde alkole değil, nefes ve gevşeme egzersizlerine başvurmanın önemini de bu sayede anladım.
"Ross sen bunları yaşasaydın, üç beş günümüzü görseydin bizim
Koymuşum yasına derdin Ross.
Cinnet üstüne yapardın doktoranı aynı gün hiç uzatmadan."
"Sağlıklı yas ne Ross?"
Ross'un adına ilk kez, harıl harıl şiirler okuduğum dönemde, Birhan Keskin'in dizelerinde rastladım. 'Kim acaba?' diye meraklanınca hakkında yazılmış makalelere, ortaya attığı 'Yasın 5 Evresi' teorisine, bir de 'Ölüm ve Ölmek Üzerine' isimli kitabına ulaştım.
Bana sorarsanız yas ne şekilde, ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan, hatta bazen politikleştirilmesi gereken, inanılmaz zorlayıcı, hem çok bildik, hem yabancı bir deneyim. Türleri, evreleri yaşayana, gidenle kalan arasındaki ilişkiye, ölüm biçimine, inançlara, tecrübelere, kişiliklere ve daha nice şeye bağlı olarak değişkenlik gösterebiliyor. Misal benim yaşadığım yas 'travmatik yas' olarak tanımlanıyor. Corona, deprem, göçük, tren kazası, patlama, sevgili, koca, baba, polis, devlet şiddeti gibi beklenmedik, korkunç bir olaydan, akla hayale gelmeyecek sebeplerden dolayı sevdiklerini kaybeden pek çok insanın yaşadığı gibi. Ve bizim ülkemizde acı bitmek bilmiyor. Daha kendi yasını tamamlayamamışken, bir yenisi ekleniyor.
Memleketim Malatya'da ve civar illerde yaşanan deprem sonrası yakınlarını kaybedenlerin, enkaz altından kurtulanların, tanıdıklarını ya da tanımadıklarını bulmak için çabalayanların yaşadıkları acıyı, kimsesizliği ve çaresizliği iyi biliyorum. Herkese bolca sabır ve dayanma gücü diliyorum.
"Sana buraya bazı şeyler koyuyorum. Yol boyunca aklında olsun. Lazım olursa açar okursun, olmazsa da olsun, bir zararı yok burada dursun.
Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun. Hem zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun!"
*Birhan Keskin
(MD/AÖ)