Evler… Evler… Evler…
Suyu çekilmiş değirmen misali, kapıları kapandığında içeriden ses gelmiyor.
Bundan sonra hep böyle olacak belki de! Tarihi yazın bir yana, 20 Temmuz 2015 Pazartesi.
Adettendir... Kapı önüne artık giyemeyeceği bir çift ayakkabısı konur… Kendi yalnızlığında kapı önüne bırakılan ayakkabıları da kendi başına sessiz, bir ihtiyaç sahibinin gelip almasını bekler…
Önce yedisi çıkar, sonra kırkı… Dualar okunur, fakirlere yardım edilir, hayırlar yapılır.
Evlerde kapılar kapandığında, el ayak çekildiğinde, o evlere çöken yalnızlık, hüzün, acı ve çaresizlik geriye kalan yürekleri kavurur geçer, kimseler bilmez… Nasır tutmuş kör yürekler bile dayanamaz…
Evler… Evler… Evler…
Cenaze, cenazeler, toprağa verilir ve geriye kalanlar onsuz evlerine ve acılarına dönerler…
Kapılar ardına kadar açıktır, kapatılmaz, taziye için gelen giden çok olur diye… Komşular yemek yapar getirir. Cenaze evinde kimin karnı acıkırsa, doyar, doyurulur ve kimse aç bırakılmaz.
Televizyon, radyo kapalıdır, açılmaz.
Tuttuğu takımın bayrağına evden kimse el sürmez ve belki de odasında durduğu yerde durup duracak ve öylece kalacak, öylece bırakılacak… Takımının renklerinden oluşan kaşkolünü en yakın arkadaşına versek mi? Ne olacak şimdi?
Kim tiyatro yapacak ve tiyatroda onun yerine o rolü kim oynayacak? Oynayabilecek mi? Ölüm, rol değil ki! Keşke rol gibi oynasa ve yine tiyatro yapsa… Alkışlasak…
Umut yeşertmeye, kütüphane ve çocuk parkı yapmaya giden öğretmenleri geri gelmeyince öğrencileri öğretmenleri için yürüyüp onu andılar. Öğrencilerini yetiştirdiği yetmedi, çocuklar için gidebileceği yere kadar giden öğretmen geri dönmedi, dönemedi, onu öldürdüler. Onun öğrencileri var…
Evler… Evler… Evler…
Keşke eve gelebilselerdi ne güzel olurdu. Sanki şimdi kapıdan içeri giriverecek…
Rüyalarını anlatsalardı… Aşklarından söz etselerdi… Gelecek planlarını anlatsalardı… Bir kızı olsun istiyordu, yaşasaydı… Tanımazdık bile, ölene kadar tanımıyorduk da. Sevgileri ve hayata dair hülyaları vardı… Oyuncakları, yeniden inşa edecekleri evleri, kütüphaneleri ve kitapları vardı. Keşke kelimesinin kifayetsiz kaldığı savaşlara, katliamlara lanet okusalar, olup bitenlere inanamasalar, bu olmaz, olamaz derlerdi, keşke yaşasalardı.
Hikâyeleri kaldı… Resimleri çerçevelenip evin en güzel yerine asılacak ve belki de resminin asıldığı yer evin en güzel yeri oluverecek, keşke olmasaydı.
Evleri olmayanlara ev kurmaya gidiyorlardı… Savaşın acılarını barışla tamir etmeye…
Onlar gaddarlığı ve kini bilmiyordu… Barışa düşmanlığı bilmiyordu. Ama bu toprakları kanla sulamaya alışmış olanlar onların yanı başlarında pusu kurmuşlardı, gaddar ve kindar ve tam bir puştlukla… Kalleşçe…
Evler… Evler… Evler…
Gençler, yaşlı olanları seviyorlardı, amcalara ve annelere hürmet ettikleri rivayet değil, gerçek… Amcalar ve anneler kendi çocuklarına ekmeği bölüşmeyi nasıl öğretmişse, öyle yola çıkmışlardı ve keşke daha çok ekmek paylaşacak çocukları olsaydı, yaşasalar ve hayatı bölüşebilselerdi. Ölümü, öldürülmeyi paylaştılar, ekmeklerine kan doğrandı ve birisi anlatsa dese böyle böyle olacak, inanmazlardı… Kim kimden daha çok, kim kimden daha az yaşamış… Birlikte öldürüldüler.
Ailenin tek oğluydu, tek kızıydı… Hukuk istemişti. Yaşasaydı…
Bilye oynamayı severdi, severlerdi belki... Çocuklara götürdükleri oyuncakların içinde misketler, bilyeler, bebekler vardı… Nerden bilebilirdik, nerden bilebilirdi ki; vücudundan yüzden çok bilyeler çıkarılacak, kurtulacak ve çocukluğunun oyuncağı bilyeler yüzünden ölümün kıyısından hayata tutunacak, yaşayacak…
Çok kitap okurlardı, daha okuyacaklardı, olmadı. Ne çok kitap okuduklarını bilirdik, ne de artık daha çok kitap okuyamayacaklarını…
Evler… Evler… Evler…
Öğretmenler, profesörler, öğrencileriniz öldürüldü…
Oyuncaklar, umutlar, kitaplar ve her birinin hayatı, hikâyeleri, 20 Temmuz 2015 günü Suruç’ta öldürüldükleri topraklarda kaldı, evlerinden uzakta ve toprak oldular evlerinin yakınında… Artık kendi evlerine dönmeyecekler, evleri, memleket oldu…
Memleket, evleri… Evler… Evler… Hayat hikâyeleri, resimlerinin asıldığı evlerin sessiz duvarlarına… Bir de türkülere, şarkılara karışarak hepimizin hayatına…
Güneşin altında donan bir çiçek gibi / Kar altında alev ateş yanan bir kuş gibi / Denizler ortasında çöle düşmüş bir ülkesin /
Ağla sevgili yurdum, ağla… (Fİ/EKN)