Referansları İslam dini ve muhafazakârlık olsa da neo-liberal politikaların en sıkı uygulayıcısı olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), kimisi için iyi, kimisi için kötü bir iktidar. Her iki görüşü savunanların da kendilerince haklı gerekçeleri olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu yazının konusu ne AKP iktidarının kötü olduğunu ne de Türkiye medyasında çoklarının adeta amigoluk düzeyinde yaptığı gibi iyi olduğunu kanıtlamak. Taraftarları, yandaşları ve amigolarına göre, AKP Türkiye'de ciddi dönüşümleri gerçekleştiren bir iktidar; ama dediğimiz gibi amacımız bunların ne kadar doğru olup olmadığını tartışmak değil. Bu yazıda amacım, ben ve benim gibi düşünenler açısından AKP'nin gördüğü işlevi anlatmak. Kanımca AKP iktidarının bu ülkeye yaptığı en büyük hizmet sol, sosyalist ve demokrat kamuoyu nezdinde, kendini liberal-demokrat olarak tanımlayan epeyce kişi için bir turnusol işlevi görmesi oldu. Nasıl mı?
AKP'yi iktidara taşıyan 2002 Kasım seçimleri en azından 28 Şubat'ın baskıcı, karanlık ve despot yöntemlerinin sona erdiğini de gösteriyordu. Ancak Ergenekon soruşturmaları zinciriyle başlayan sürecin geldiği noktanın 28 Şubat'ın bir başka versiyonu veya rövanşı olduğu da şimdilerde iyice belirginlik kazandı. Geçtiğimiz dokuz yıl boyunca girdiği her seçimden küçümsenmeyecek başarılarla çıkan AKP'nin "demokratik yöntemlerle" veya "seçimlerle" alt edilemeyeceğini düşünen "Malum çevrelerin" hatırı sayılır bir destekçi kitlesinin gücünü de arkasına alarak, şimdilerde ortaya saçılan darbe planlarıyla AKP'yi devirmek istediği de olgusal bir gerçek. Ergenekon soruşturmalar zinciri, işte tam da bu nedenle başladı. Elbette ki darbe girişimleri soruşturulacaktı. Ancak gelinen noktaya bakıldığında bu soruşturma sürecinin seyri ve hedefinin çok değiştiği söylenebilir. Ergenekon soruşturmaları süreci AKP'ye ve polis ile yargıda örgütlenmiş gizli ortağı konumundaki malum cemaate muhalif olan herkesi sindirmeye, korkutmaya, bu yetmediğinde ise Ergenekoncu, KCK'cı vs... gibi yaftalarla cezaevine göndermenin bir aracı haline dönüşmüştür. Bu gidişe bir dur demek gerekse de henüz kitlesel bir karşı çıkış görülmedi. Yakın zamanda da göreceğimizi sanmıyorum. Dolayısıyla yukarıda söylediğimizi tekrar vurgulamak gerekirse 28 Şubat'ın bir başka versiyonunu yaşıyoruz. Sadece üniformalar ve bir de mağdur edilenler değişti. Hem de aynı karanlık senaryolarla.
Ergenekon soruşturmaları sürecini başlatan ve AKP iktidarının çeşitli toplumsal çevreler nezdinde ilk turnusol işlevi gördüğü ana olaylardan biri bayrak mitingleriydi. Türkiye'nin İran olmayacağının haykırıldığı ve ordunun göreve çağırıldığı bu mitinglerde kökten-laiklerin gösterdiği tepkiler, dile getirdiği çağrılar ve bunları ifade ediş biçimleri ne çok darbe-sever olduklarını kanıtlamıştı.
Madem seçimlerle alt edilemeyen bir parti iktidarı ele geçirmişti, o zaman ordu ne güne duruyordu. Biz sosyalist solda olanlar açısından bu mitinglerin turnusol olması ise, kendini solcu sanan o kalabalıkların arasında elde bayrak koştura koştura orduya görevini anımsatan sol-sosyalist geçmişten gelenlerin de bulunmasıydı. Her askeri darbenin silindir gibi üzerinden geçtiği insanlar darbe çığırtkanlığı yapıyordu. Bu elbette üzücüydü. Geniş anlamda solun, özelde sosyalistlerin sayıca azaldıklarına tanık oluyorduk. İşin ilginci biz buna üzülürken, o arkadaşlarsa kendilerini solcu ya da sosyalist diye tanımlamaya devam ediyorlardı; hala da ediyorlar! Sayımız azalıyordu ama olsun. En azından kimlerle yola devam edeceğimizi daha net görüyorduk. Bunun benzeri bir olayı başörtüsü sorununun tartışıldığı günlerde de görmüştük. İster ideolojik isterse inanç temelli olsun, başörtüsü takan hiçbir kadını görüş alanı içinde istemeyen "Solcu, sosyalist, demokrat" arkadaşlar gördük. Dolayısıyla bu olaylar üzerinden saflarımızda kimlerin kaldığını, kim solcu, sosyalist ya da demokrat, kim fikirlere ve inançlara saygılı anlıyorduk.
Başörtüsü sorunu ve bayrak mitingleriyle peydah olan ya da daha görünür hale gelen bir grup ortaya çıktı. İlkin liberaller diye anılıyorlardı. Zaman geçtikçe buna ek olarak demokratlar diye de tanımlanır oldular. İçlerinde azımsanmayacak sayıda dindar, muhafazakâr çevreden olanlar da vardı. Ama bu yazı bağlamında onlar bizi pek ilgilendirmiyor. Zaten birkaç istisna dışında ne kadar "demokrat" olduklarını da kanıtlamış durumdalar. Bu yazıya konu olanlar geçmişlerinde sol-sosyalist referansları bulunanlar. Elbet bu grubun arasında istisnalar bulunduğunu yine belirtmek gerekiyor.
Hala solcu ya da sosyalist olduklarını iddia edenlerin de aralarında bulunduğu "Malum liberal demokratlar" için turnusol işlevi gören olaylarla sık karşılaşır olduk. AKP'nin gericiliğin, milliyetçiliğin ipine daha sıkı sarıldığı son seçim söylemi, AKP-Cemaat koalisyonuna karşı tek etkili muhalif olarak kalan Kürtler ve sosyalistlerin birlikteliğine ilişkin takınılan tutum, Ergenekon soruşturmalarının şu an geldiği nokta, yeni HSYK ile birlikte yargının bir başka vesayet yarattığı gerçeği, Hopa olayları ve hatta Fenerbahçe özelinde yürütülen şike soruşturması bu olaylardan bir kaçıdır.
Bu olaylar sözü edilen liberal demokrat kesimin maskelerini düşürmüş, yaldızlarını döküvermiştir. Bu kişilerin savundukları liberalizm siyaseten her ne kadar sınırsız özgürlük içeriyor gibi görünse de, Türk tipi bu demokratların liberalizm anlayışının katı sınırları olduğuna tanık olduk; oluyoruz. Yani müesses nizama ya da AKP iktidarına halel getirecek her olay, her siyasi grup, her hukuksuzluk ve haksızlık bu arkadaşların liberalizm anlayışlarının da sınırlarını çizmiş oldu.
Turkish liberal ya da demokrat bu malum zevatın en hassas olduğu konu Ergenekon soruşturmalarıdır. Polis ve yargıdaki malum örgütlenmenin elemanlarının rol aldığı ve malum medyacıların da sorgusuz sualsiz destek verdiği bu soruşturmalar zincirinde yaşanan hukuksuzluklar ve hak ihlalleri nedense hiç ilgi alanlarına girmez. "Sivilleşme, demokratikleşme" hedefine ilerlerken yaşanan yol kazalarına karşı sessiz kalmak, "Dilsiz şeytan" olmak en iyisidir onlara göre. İnsanlar sahte delillerle, kerameti kendilerinden menkul gizli tanıklarla, ne idüğü belirsiz ihbar mektuplarıyla özgürlüklerinden mahrum bırakılmış kime ne? Temel hukuk yasaları ve insan hakları ayaklar altına alınmış -ki liberal düşüncenin en kuvvetli ifade bulduğu alandır burası- , "cesur, kahraman, efsane" gibi sıfatlar yakıştırılan savcılar ve hâkimler eliyle hukuk katledilmiş onlara ne? Sessizlik en iyisidir bu zevat için. Konuşanlarıysa, en fazla "Konu yargıda, yargının vereceği kararı bekleyelim" der.
Çok gariptir ki, bu soruşturmalara ciddiyet kazandıran Hrant Dink suikastında emniyet teşkilatının da en az askeri teşkilat ve MİT kadar ihmalleri olmasına rağmen; bu ihmal ilgi alanlarına hiç girmez bu zevatın. Cinayete ortak olmak boyutundaki bu "ihmali" irdelemezler; ama sorsanız "Hrant'ın arkadaşlarıdırlar". Şaşırtıcı değil; çünkü sessizlik burada da devrededir. Sevgili Arat, Hrant Dink cinayetinde üst düzey bir kamu görevlisi olarak ihmali olduğu iddia edilen Muammer Güler'in AKP'den milletvekili adayı yapılmasını (şimdi TBMM'de); "bizi sırtımızdan hançerlediler" diyen Cemil Çiçek'in aslanlar gibi koltuğunu korumasını eleştirir. Al sana yine sessizlik.
O yere göğe koyamadıkları sultanları, seçimlerden iki gün önce gazeteci Ruşen Çakır'a verdiği röportajda "Ne Yahudiliğimiz, Ne Ermeniliğimiz, ne afedersiniz Rumluğumuz kaldı..." diye cümlesine başlayıp özünde ne olduğunu ortaya koyan bir konuşma yapar. Malum zevat, yine susar ve "balkon konuşması"nı beklememizi tavsiye ederler. Seçim meydanlarında böyle konuşmalara tolerans göstermemizi, bunun olağan olduğunu savunanlar bile olur aralarında. Zaten sevgili Hrant Dink AKP iktidarda iken katledilmemiştir. Yine AKP iktidarda iken katilleri yargılanıyormuş gibi yapılmamaktadır. Gerçek katillere ulaşmamız AKP iktidarında engellenmemektedir. Bu yüzden de "Ey iktidar şu tetikçi çakalların ardındaki devlet gücünü yargıla" diyemezler.
Dünyanın her tarafında olduğu gibi Türkiye'de de iktidar mensupları devrimciler, muhalifler, öğrenciler tarafından protesto edilip yumurta mı atılır? Onlara göre bu tiplerin arkasındaki güç Ergenekon'dur. Hopa'da, en doğal hakkını kullanıp protesto gösterisi yapanların ardında da Ergenekon vardır zaten. Bir insan ölmüş önemli değildir. "Adının da önemi yok" zihniyeti bu arkadaşlara sirayet etmekte gecikmez. Çünkü ölen de dâhil bu protestocular, çevreleri ya da çevrelerinin çevreleri de... Ergenekoncudur. Yani gencecik kadınlar polisten, çocuğunu düşürebilecek şiddette dayak yemelidir. Metin hoca ölmeyi hak etmiştir. Hopa'lılara yaşatılan zulüm, sıkıyönetim uygulamaları da hukukidir zaten. Kuşkusuz bu insanların vurguladığı veya görmezden gelerek dile getirdikleri şeyler bu kadar basit akıl yürütmelerin sonucu değil belki; ama bu konuları ele alışları, dile getiriş biçimleri tam da bu yüzden, dolambaçlı akıl yürütmeleri, derin analizleri, hatırı sayılır birikimleri vs... yüzünden çok iç karartıcı, hatta mide bulandırıcı...
"Yetmez ama evet" dalkavukluğuyla anayasa değişikliğinin yargıyı hukuk çizgisine oturtacağını iddia ederler. Ama kazın ayağının öyle olmadığı, yeni yapının cuntacılara rahmet okuttuğu ortaya çıkar, yine susarlar. Hem de görünenle gerçeğin farklı olduğunu, sözlerinin ağırlığı olan bir hâkim, Orhan Gazi Ertekin yazdığı kitapla anlatmıştır; ama nafile. Hem susarlar hem de demokrat olmanın ne demek olduğunu anlatan Hâkim Ertekin de aforoz edilir. Öyle ya yeni müesses nizama asla halel gelmemelidir.
Devlet Güvenlik Mahkemeleri'ni (DGM) mumla aratan özel yetkili mahkemelerin hukuku nasıl katlettiği bu kadar ortadayken, buna eleştiri yöneltmemek kuraldır sanki. Ancak tuttukları takım da mahkemelerin, savcıların kurbanı, esiri olunca akıllarına gelir hukuk ve demokrasi. Gerçi o zaman bile demokrat olmayı beceremezler ve sadece tuttukları takıma yapılanların hukuksuz olduğunu utanmadan yazarlar, söylerler.
Basındaki sansür seçimlerden sonra daha katmerli hale gelir. Otosansür, sansürün ruhuna rahmet okutur. Yazarlar köşelerini, programcılar televizyon kanallarını terk eder. Ne gam. Adeta teneke çalarlar arkalarından. Onlara göre yazarlar kötü, TV programcıları yeteneksiz, gazeteciler de terörist oldukları için tutukludurlar. Sansür ve baskı ise ileri demokrasiyle birlikte ortadan kaldırılmıştır. AKP eleştirilemezdir. Her bir uygulaması hak ettiğinden fazla övülmelidir. Hukuk ve demokrasiyle çelişkili durumların ise haber değeri yoktur. Yorumlanması gereksizdir. Muhalefete yönelik eleştirilerse kılıç keskinliğinde olmalıdır. Muhalefetin hukuk, demokrasi ve eşitliğe vurgu yapan her söylemi, raporu ya yalandır ya da samimiyetsizdir. Ergenekon sanıklarının bu partilerden aday gösterilmesi eleştirilir ama Muammer Güler ve Cemil Çiçek gibiler hoş görülür veya AKP ileri gelenlerinin ırkçılığı ve nefreti körükleyen söylemlerinin üzerinde bile durulmaz. Başbakan ile partisinin medyatik yüzlerinin, dillerinden düşmeyen başta Kürtler ve Ermeniler olmak üzere yaptıkları azınlık düşmanlıkları, nefret söylemleri, dinsizler-teröristler hezeyanları seçim dönemlerinde hoş görülmelidir onlara göre...
Muhalefet partilerinin önemli isimleri adeta porno kasetlerle dizayn edilerek meclis dışı bırakılmaya çalışılır ama faillerinin peşine düşmez bu demokratlar! Oyun dışı bırakılmak istenen herkesin en mahrem anları gizli kameralarla kayıt altına alınıp şehvetle seyre sunulur. Olsun, zaten yeni anayasayı Milliyetçi Hareket Parti'siz (MHP) yapmak gerektiğini yazarlar. Bağımsızlığı AKP'ye ve cemaate bağımlı olmak, tarafsızlığı AKP'ye ve cemaate taraf olmak olarak gören zevat, AKP dışındaki partileri istedikleri kıvama getirdiklerinden emin olunca geriye kalan tek hedefe yönelirler: gerçekten kurulu düzene muhalif olan Kürtler ve sosyalistler. Bilirler ki iktidar ve yandaşlarının yarattığı bu illüzyonun ne olduğunu bilen ve anlatan bir onlar vardır.
Bu "dikensiz gül bahçesi" iktidarının önündeki her engel yıkılmalıdır. Şimdilik bu muhalefetin büyük ağabeyi konumundaki Kürtler veya Kürt siyasi hareketi hedefte. Büyük ağabey olmalarından ötürü saldırının en ağırına maruz kalanlar da onlar. Bu açık gerçeğe rağmen, liberal-demokrat geçinen zevat, AKP'nin kendi Kürt'ünü yaratma projesinin en heveskâr piyonu olmaktan zorsunmaz; "Hadi canım gelin meclise", "Demokratik özerklik saçmalığını bırakın" derler. Bunu kanıtlamak için bu konuların en zayıf halkalarıyla provokatif röportajlar yaparlar. Hatta "Bu demokratik özerklik barış geliyor telaşıyla mı ilan edildi" gibi sorular sorarlar. Azarlayarak ayar vermeye çalışırlar. Öyle ya Kürtler azar yemeye alışkındır değil mi? Her biri aynı frekanstan demokrasi öğretmeye kalkışır da kendilerinin ne kadar çifte standartlı bir demokrasi anlayışına sahiptir bilmek, görmek, kabullenmek istemezler. Demokratik özerklik ne demektir anlamak, anlatmak istemezler. Kendileri için en büyük düstur satmak ya, Kürt siyasetçilere de meclise gitmeleri için yoldaşlarını satmalarını önerirler. Erdoğan'ın seçim meydanlarında söylediklerini kendileri unutmuştur ya Kürtler de unutsun isterler. Başbakan ve kurmaylarının şu ana kadar söyledikleri nasıl bir anayasa istediklerine de işaret etmekteyken bunu görmezden gelir ve şu anayasayı yapmak için meclise gelin derler.
Aslında örnekleri çoğaltmak ve haliyle bu yazıyı daha da uzatmak mümkün ama bu yazılanlar bile liberal-demokratların! Manzara-i umumiyesini anlatmaya yeter sanırım. Zaten ne demişti Erdoğan aylar önce: "Size ihtiyacımız yok!" Belli ki artık son demlerini yaşayan bu zevatla işlerinin bittiğini anlatmaya çalışıyordu. Gerçekten de artık bu zevata ihtiyaçları yok. Hem bu yüzden hem de daha önemlisi bunların söylediklerinin ve söyleyeceklerinin artık bir ağırlığı olmamasından olsa gerek. Hani, bu zevat hiç yazmasa-konuşmasa ne değişir artık diye bir an düşünürsek ne söylediğim daha net anlaşılır diye umuyorum. Öyle ya; böyle çifte standartlı ve sahte bir liberal demokrasi anlayışıyla ne kadar konuşursan konuş boş. Ağır taş yerinde gerek; durduğun yer yanlış, sözlerinin de bir ağırlığı olmayınca... (AŞ/EKN)
* Bu yazı Ahmet Şık tarafından 16 Ağustos'ta kaleme alındı.