“Sinema bir şenliktir” der Onat Kutlar…
“İstanbul’un orta yeri sinema” iken (*) hala, festival de tüm hızıyla sürerken 9 Nisan’da ilk kez bir yerli filme gittim: Orhan Eskiköy’ün yönettiği Taş…
Orhan Eskiköy; İki Dil Bir Bavul, Babamın Sesi gibi yarı belgesel, yarı kurmaca, toplumsal mesajı ağır basan filmlerden, henüz izleme fırsatı bulamadığım Başgan adlı belgeselden sonra, gerçek bir kurmaca filme soyunmuş.
Orhan Eskiköy’ün toplumsal gerçekçi yanından tamamen sıyrıldığını söyleyemeyiz. Taşrada zor bir hayat süren bir ailenin yaşamından kesit sunan film, ilk karesiyle kendini ele veriyor. Bir yıkıntının önünde arkası dönük duran bir kadın, o yıkıntıya bakar, öte yandan kadını o yıkıntıdan ayırt etmek olanaksızdır.
Taş; doğayla iç içe yaşayan, hatta onun bir parçası olan insanların yaşamına hüzünlü bir dokunuştur. Ve o yaşam, ağırlıkla bir kadının oğlunu kaybedişi, bekleyişinden ibarettir.
Babamın Sesi’nde babalarını bekleyen ailenin babalarının sesiyle bir parça hafifleyen ama hiç dinmeyen acısı, Taş’ta doğanın uğultusuyla başka bir boyut kazanıyor. Uzun yıllar süren bekleyişten sonra aile, kapıda bulduğu yaralı adamın (Selim-Ahmet Varlı) çocukları olduğuna inanarak belirsizliğin azabından kurtulmaya çalışır.
Doğanın katılığını, gerçeğin soğuk yüzünü taş simgesiyle veren film, bizim için siyah-beyaz masallar anlatıyor.
Bu arada aranması beklenen, oysa vazgeçilen hazine, Yılmaz Güney’in Umut filmine gönderme olmalıdır.
Ailenin yaşadığı köyde doğanın uğultusu sürekli duyulur. Çocuklarını kaybeden ya da yok eden, doğa değil, devlettir ama aile doğanın gücüne, büyüsüne inanarak ayakta kalır.
Kadının taşa, ağaçların gövdesine dokunarak, nesnelerin uğultusunu dinleyerek kapıldığı yalanlar (ya da masallar), bizi o evin, o köyün ve özellikle de annenin bekleyişinin bir parçası haline getiriyor. Ağacın kabuğunun hemen altındaki canlı tabaka, Emeti’nin (Jale Arıkan) oğlunu canlandırmak için yaptığı ilaca katılıyor.
Selim’i izleyen adam (Saygın Soysal) kim olduğunu soran köylüye memur olduğunu söyler. Ya Selim’i, ya da köydeki taşların hepsini ister ve bu isteğine dayanarak köylüyü evlerinden kovar.
Filmde evlerinden, köylerinden atılan, çocukları gözaltında kaybedilen aileler, anneler anlatılmaktadır aslında… Doğaya sığınan, onunla birlikte katılaşan, soğuyan annelerin serüveni, kalplerinin derininde besledikleri umut yüzünden sonsuz biçimde sürer gider. Çocukları içine alan duvarsa belki de cezaevleridir. Bu açıdan da Yılmaz Güney’in Duvar filmine bir gönderme olduğunu düşünebiliriz.
Filmin ağır temposu, uğultusu, oyuncuların bakışı, duruşundaki hüzün, filmi şimdiden bir klasik haline getiriyor. Toplumun ağır işleyen kalbi, soğuk akan kanı, filmde gri bir tona bürünüyor.
Selim rolünde Ahmet Varlı, Suna rolünde Beste Kökdemir güçlerinin de üstünde bir performans sergiliyor. Saygın Soysal ve Muhammet Uzuner, bu oldukça yalın filme ayak uydurmakta güçlük çekiyor. Malum, sade bir filmde oynamak, belli bir ustalığa ulaşmış oyuncular için de zor olabiliyor. Filmde her oyuncu üstüne düşeni fazlasıyla yapıyor ama benim Taş’taki yıldızım; Jale Arıkan… Doğayla bütünleşmiş, neredeyse taşa dönüşmüş Arıkan, oyuncu olarak filmin ağırlığını taşıyor.
Orhan Eskiköy’ün anne figürleri; sabırlı, acılı, öte yandan baskın, etkileyici karakterler…
Taş filminin ağır, kederli, uğultulu, kalıcı atmosferini yaratmada bir etki de herhalde senaryoya katkıda bulunan Öykücü Murat Gülsoy’a ait olmalıdır.
Her ne kadar simgelerden, masallardan el alsa da, Taş filminde Orhan Eskiköy’ün gerçekçi üslubu yine de duyumsanıyor. Taş, konusuyla, anlatımıyla, oyuncularıyla, ardında bıraktığı uğultulu ve hüzünlü iziyle iyi ki çekilmiş dedirtiyor. (SY/ÇT)
Filmin künyesi Yönetmen: Orhan Eskiköy Yapımcılar: Orhan Eskiköy, Armağan Lale Senaryo: Orhan Eskiköy Oyuncular: Jale Arıkan, Muhammet Uzuner, Beste Kökdemir, Ahmet Varlı |
* Orhan Veli Kanık’ın İstanbul Türküsü şiirinden…