İnkılâp Yayınları, çoğumuzun Memleket Hikâyeleri kitabıyla tanıdığı Refik Halid Karay’ın 1938-1965 yılları arasında Tan, Akşam, Yeni İstanbul ve Zafer gibi çeşitli gazetelerde yazdığı köşe yazılarını “Memleket Yazıları” başlığı altında bir seri olarak okuyucuyla buluşturmuş. Tuncay Birkan’ın öncülüğünde gerçekleşen bu proje dönemin siyasi, toplumsal ve kültürel olaylarına bir gazeteci olarak Karay’ın çerçevesinden bakma imkânı sunuyor. On sekiz kitaplık serinin sekizinci kitabı olan Ağaç ve Ahlâk, biraz doğa yazınına duyduğum ilgi nedeniyle biraz da bu karanlık günlerde bahar çiçekleriyle bezeli kapağı nedeniyle dikkatimi çekti. Doğrusu, Türk edebiyatında doğrudan doğa üzerine yazılan eserler konusunda fazla fikri olmayan bir okur olarak bu kitabı keşfetmiş olmak beni mutlu etti. Karay’ın bu kitabı yazdığı dönemki siyasi tablo ile günümüzün siyasi ortamı arasında belli bir oranda benzerlik olması da bana bu kitabın çağdaş okur kitlelerince daha da çok tanınması gerektiğini düşündürdü.
Karay’ın adı geçen kitapta kaleme aldığı yazılar “Mevsimler”, “Çiçekler ve Ağaçlar”, “Hayvanlar” ve “Genel” başlıkları altında sınıflandırılmış. Kitabın adından ve alt başlıklarından da anlaşılabileceği gibi kitabın odağında insan değil, doğa yer alıyor. Yazıların İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde yazılmış olması ise günümüzle benzerlik kurmamızı sağlayacak bir nokta. Rusya-Ukrayna savaşını insanlığımızdan utanır halde, giderek artan bir endişeyle ve acaba bir üçüncü dünya savaşına dönüşür mü korkusuyla izlerken ağaçlardan, kuşlardan, böceklerden ve bulutlardan bahsetmek pek çok kişiye gereksiz ve hatta şımarıkça gelebilir. Benzer bir kaygıyı İskoç yazar, Nan Shepherd İkinci Dünya Savaşı yıllarında kaleme aldığı The Living Mountain isimli kitabı için duymuş. Shepherd, şehirler bombardıman altındayken İskoçya’nın Cairngorm dağlarında yaşayan bir kadının dağ anılarını hiç kimse okumak istemez düşüncesiyle kitabının basımını 70’li yıllara ertelemiş. Karay doğa konulu yazılarını kendisi kitaplaştırmamış; ama bu yazıları yazarken Shepherd gibi endişeler duymuş olabilir. Her hâlükârda, Shepherd ve Karay gibi yazarlar sayesinde insanların savaş zamanlarında bile yaşama umudunu kaybetmemiş olduğunu ve bir canlı olarak bu gezegeni başka canlılarla paylaştığımızı hatırladıklarını görebilir ve bunu takdir edebiliriz.
Sanayileşme Devriminin yıkıcı etkisiyle Batı edebiyatında doğa hassasiyetinin yükselişini 18. yüzyıl sonlarında ve 19. yüzyılda Avrupa’da Romantik dönem şairlerinin ve Amerika’da aşkıncıların (transcendentalists) eserlerinde görürüz. Makineleşmenin verdiği mekanik tattan ve dünyanın geçirdiği değişimin baş döndürücü hızından rahatsız olan şairlerin yüzlerini doğaya dönmeleri, doğanın azametine ve gücüne teslim olmalarını, kendilerini ve peşinde oldukları anlamı doğada bulmaya çalışmaları dönemin koşulları için anlaşılır bir tepki. Aynı şekilde, o zamanlarda henüz kirlilik ve çevresel çöküş küresel bir boyutta hissedilmediği için o dönem sanatçılarının günümüz çevrecilerinin gezegene yönelik kaygılarını taşımıyor olmaları da anlaşılır. Dünyaya ekolojik bir çerçeveden bakıp içinde bulunduğumuz krizi insanmerkezci bakış açısına dayandıran eko-eleştirmenler her ne kadar çıkış noktaları bakımından Romantik dönem şairlerinden ayrılsalar da pek tabii bu dönemin mirasçılarıdır. Batıda uzunca bir süredir sürekliliğini takip ettiğimiz bu doğa dostu geleneğin Türk edebiyatına ne kadar dokunduğu tek başına bir araştırma konusudur ve belki de bu alanda okuma yapmak isteyenler için Ağaç ve Ahlâk bir örnek teşkil edebilir. Ne Türkiye’de ne ekoeleştirinin öncülüğünü yapan Batı ülkelerinde henüz antroposentrik düşünce yaygın bir konu olarak tartışılmıyorken ve her bakımdan yıkıcı bir ikinci dünya savaşı etkilerini hissettirirken ahlâklı insan olmayı insan dışı doğaya yönelik ilgiyle bağdaştıran bir yazarı bugün okumak zamanı bükmek gibi bir his veriyor insana: “Hayvan muhabbeti gibi ağaç muhabbeti de iyi kalbliliğe delâlet eder. Bunları seven çocuk yarın insanlığa zarar vermeyecek bir mahlûk olacaktır” (s.68). Ömrü boyunca savaşlara birebir tanıklık etmiş, insanın insana verdiği zararı bizzat görmüş birinin bu sözleri çok anlamlı.
Aslında, Karay’ın öncü bir ekoeleştirmen olduğunu düşünebiliriz. Öncelikle, insan dışındaki varlıklara insana kattığı değerden ötürü değil kendi değeri nedeniyle önem atfeder Karay. Örneğin, devrinin en önemli ulaşım aracı olan at arabalarına sürülen atlar için içten bir üzüntü duyar. O zaman için pek çok kişi belki de atı salt bir yük/iş hayvanı olarak görürken, Karay Hamam-Pangaltı Caddesi’ne çıkan yokuşa asfalt dökülmesini ve beygirlerin bu son derece kaygan yokuşu tırmanmasının beklenmesini sert bir dille eleştirir.
Aynı şekilde, Pangaltı’nda haciz konmuş bir pastanenin içinde bakımsız ve susuz kalan palmiyelere dertlenir. Doğanın değerini bilmenin yalnızca göze güzel gelen yanlarıyla ilişkili olmadığını, doğaya güzellik/çirkinlik gibi kavramları insanların yüklediğini savunur. İstanbulluların zamanın belediyesinin bazı semtleri servi ağacıyla süsleme kararına serviyi mezarlık ağacı olarak kodladıkları için karşı çıktığını düşünen yazar, servinin başka ülkelerde, başka zamanlarda çok değer gören bir ağaç olduğunu vurgulayarak okurlarını servi hakkındaki basmakalıp fikirlerini gözden geçirmeye davet eder. Karay’ın zamanına göre ileride sayılacak bir başka yanı da insanı tarif ediş biçimidir: “Gerçek insan, bir hayvanın ıztırabını kendi çekiyormuşçasına duyan içli mahlûka denir” (s. 127). Hayvan haklarının henüz gündem oluşturmadığı ve insanların birbirlerini savaş meydanlarında öldürdüğü yıllarda insanın empati yeteneğinin kendisi dışındaki varlıklara uzanması gerektiğini düşünmesi değerlidir. Ayrıca, Karay insanı doğaya içkin bir varlık olarak konumlandırır. Sert esen lodostan kara kışa, geç gelen bahardan görünmek bilmeyen bulutlara insanın hava olaylarının direkt etkisi olduğunu hatırlatır. Çocukken altında ıslanmaktan feyiz aldığı nisan yağmurlarının gecikmesi, geciken nisan yağmurları yüzünden mor salkımların açarken solması onu üzer. Tüm bunların dışında, çevre adaleti meselesi günümüz dünyası için bile çok yeni olduğu halde Karay yarım asır önce çevre adaleti talep eder: Ormanlık alanları tarlaya çevirmeye çalışan köylülerin üstünü yekten çizmez. Ormancılığın kurumsallaştırılmamış olması nedeniyle orman köylülerin geçinmekte zorlandığını vurgulayarak hem orman köylülerini hem de ormanı koruyacak bir düzenleme ister.
Sonuç itibariyle, Karay çağının ötesinde ekolojik hassasiyetlere sahip bir yazar. Savaşlardan çıkmış bir ülkenin insanlarını ağaca, çiçeğe, yaprağa, deveye, pireye ve bilumum canlıya “muhabbet duymaya” çağıran bir yazar. Doğaya duyduğu sevgi tabii ki de insanı dışlayıcı değil, hele ki İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında: “İnsanlığın uğradığı felaketi düşündükçe, sıcak odada, buğulanmış bir cam ardında da olsam, yine her kar parçası yüzüme vuruyor, yüreğime düşüyor. Kar dışarıya değil, kafatasımın içine yağıyor” (s.53). Yine yağıyor o karlar, az ötemizde yeni bir savaş bütün anlamsızlığıyla ilerlerken. Böyle bir dünyada siyasi, kültürel, etnik vb. tüm kimliklerimizden sıyrılıp çırılçıplak bir insan olmayı, gezegenimize saygı duyulmasını, yarınlarımıza merhamet edilmesini istemek, yani Karay’ın yolundan gidip biraz ahlâk dilemek çok mu? (HB/AS)
Karay, Refik Halid. Ağaç ve Ahlâk. Haz. Tuncay Birkan. İnkılâp, 2015.