“Zeytinleri keseceklermiş abla, duydun mu, zeytinleri! Yerlerine fabrika, maden yapabilirlermiş…”
İtfaiyeci Kâzım, heyecanla kıvranıp döneniyor oturduğu yerde, gözleri ıslak bulutlu.
“Ama ağaçlar unutmaz abla”, diyor, “unutmaz ağaçlar”.
Meselâ, üzerine konup kalkan kuşları bilir, her bir dalının, yaprağının bilincindedir.
Görmeyi bilir, korkmayı, acıkıp susamayı. Ağlamayı bilir, üstelik bu, gücündendir.
Zayıf kökleriyle ayakta durabilir, alabildiğine susuz, aç direnmeyi, en çok da paylaşmayı bilir, toprağın hem altından, üstünden hem.
Ve inanır mısın, gizli hayatları var ağaçların, ruhları içlerinde dolanan. Bir diğerinin ruhunu onaran yürekleri var, düşünceleri.
Gizli dilleri var, felâketle, zulümle ortaya çıkan. Bu dili ağaca yakın olanlar bilir, ateş ve bıçak olmayanlar, anlayabilir.
Bir yangın başladığında ya da bir bıçak yaklaştığında ağaca, en önde, en dışarıdaki uyanıp bir fısıltı gönderir, bir uzağa.
Bu, uyarıp haber vermek içindir.
Ağaçtan ağaca atlar da, bir diğerine, sonra bir diğerine, giderek hızlanır, koşsak yetişemeyiz, kötülük haberleri nasıl hızlı ulaşırsa öyle.
Fısıltı başladığında olduğumuz yerde donup kalırız, inan her seferinde, büyülenmiş gibi, hayran, şaşkın, hayran. Tam o zaman, fidanların sessiz titreyişini görürüz, hiç ölüm düşünmemiştir ki onlar, hayattan beklentileri var.
Ve yaşlılar ağlarlar çünkü bilgi yazılmıştır onlara.
Ne olacağını bilmek ağır gelir.
Şimdi bu dil, önce hafif bir fısıltı sonra uğultuya dönüşen, giderek çoğalır, yükselir, çoğalır, yükselir. Çünkü öyle bir zulümdür ki bu yaşanan, yaşlı birini ağlatmak, aç çocuğun elinden ekmeğini almak, öldürmek onu.
Şarkı söyleyen bir boğazı boğmak, hançerenin tam ortasından.
Gördüm, görüyorum, tek tek yıkılır gibi olduğunda zeytinler serviler çamlar, evrene yayılan sızıyı.
Yere düştüklerinde bir ses de toprağın altında, duyuyorum. Giderek derine iniyor ve zamanı geldiğinde geri dönebilir.
Çünkü öfkeli hırçın sabırsız.
Duymalısınız, nasıl çoğalıp ilerliyor rüzgâra öykünerek, gururlu, cesur, çevik.
Yarayı taşıyarak.
Ateş de çoğalıyor elbette, rüzgâr doğallıkla kendi ateşini büyütür.
O zaman bıçaklar iyice bileniyor, uğultuya dönüştükçe, yeniden, yeniden, daha büyük.
Bahçeleri, ormanları geçip denizlerin öte yanına atlayan sonra öte denizlere, kendiliğinden yankılanan, yayılan, yankılanan.
Yarayı unutmadan. Bu yüzden, ağaçlar sayılmaz, ağacın sayısı yoktur. Hem ne önemi var, sayı bir-den başlıyor gibi olsa da yanıltır.
Bir ya da on beş ya da milyonlar, gücü sayının çokluğunda değil.
Tek bir yaranın ağırlığındadır.
Asıl, yaradan korkmalılar abla, korkmalı yaradan. Sessizlikten, bilinmeyen dilden, yürek çırpıntılarından.
Gözyaşlarından ve çöller gibi kurumuş göz pınarlarından korkmalılar.
Yere uzanmış bir ağacın kederini bilmeyenler.
Bıçakla ateş ağacı yok edebilir ama o fısıltı yok mu, içinde solgun bahçeleri, kapkara ormanları taşıyan, durmuş, beklemiş, korkunç bir sabırla, sonra içten içe kabaran, uğuldayan. Giderek belirginleşip anlaşılabilir, fısıltı söze dönüşebilir, toprağın üzerine umutsuzca uzananları birer birer, yavaşça kaldırabilir. İlerleyen bir zamana dolanır da, belli olmaz, belki sevinçli bir göğe yükseltir. Düşünceli, ağır.
Onu kim durdurabildi? Kim durdurabilir? (ZB/HK)