Üç haftayı aşkın Akobo dönemi sonrası, bana verilen dinlenme arası için üç günlüğüne "başkent" Juba'dayım.
Akobo; Etiyopya sınırına kuş uçuşu 6-7 dakikalık mesafede bir köy/kasaba. Yüzde 40 oranla Güney Sudan'da çoğunluğu oluşturan Dinka'lardan sonra, yüzde 20 ile ikinci büyük etnik grup olan ve 2013'den bu yana süregiden iç savaşta Dinka iktidarına karşı muhalefet cephesinin başını çeken etnik grup Nuer'lerin birkaç ana yerleşim merkezinden birisi.
Nüfus 2010'da 100 bin civarıymış. Savaş ve göçler nedeniyle şimdilerde 200 binin üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Böyle deyince aklınıza klasik bir kent-kasaba görüntüsü gelmesin.
Afrika'nın uzak ara en yoksul ve "dip" köşe ülkelerinden birinden ve dahi onun da kırsalından bahsetmekteyiz nihayetinde. Dolayısıyla görüp göreceğiniz; Beyaz Nil'i oluşturan kollardan birinin kuzey yanına yerleşik tukullar ve çatısıyla çevresi teneke ve BM, USAID, UKAID damgalı plastik brandadan mamül barakalardan oluşan bir yerleşim merkezi.
Kaldığımız yerdeki aşçı yamakları yemeği hazırlıyor...
Merdiven altı şekerlemeler
İki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki beton duvarlı ve endüstriyel mamül çatılı binaların birkaçı devlete, gerisi çeşitli memleket ve kuruluşların sivil toplum örgütlerine ait. Hemen hepsi Etiyopyalı'ların sahip olduğu barakalar alanı "şehir merkezi/çarşı"yı oluşturmakta.
Az sayıda baraka genelde "merdiven altı" üretim şekerleme, içecek tozu gibilerinden abur-cuburun, cüzi miktarda ise temel tüketim maddelerinin satıldığı yerler. Çoğunluğu oluşturanlar da kendi çapında kahve ve meyhane olarak işlev görüyor.
Zencefilli çay-kahve, nargile ve bira bulunur! Bir de "halk pazarı" var!. Her gün, güneşin yakıcılığının nispeten azaldığı akşama doğru vakitlerinde yerli halk tarafından kurulan yol kenarı "işporta" tezgahları! "Sağlığa zararlı beyazlar"ın hiç abartmasız bir tutam, bir avuçluk paketçiklerde, ender görülen bamyanın üç tek-üç tek, soğan-domatesin tane tane satıldığı pazar... Aslında onların kaynağı da UN-WFP, UNHCR ve ICRC gibi kurumların her ay yenilenen karne kayıtları karşılığı dağıtılan gıda desteği.
Paylarından az biraz satıp elde edebilecekleri para ile diğer ihtiyaçlarını alabilme düşüncesi ve umudu pazarın varoluş nedeni. Önceki yazdıklarımda da aktarmaya çalışmıştım ama yeri geldi, bir daha altını çizeyim: Her ne kadar "bizim" kurum Uluslararası Kızılhaç (ICRC) hemfikir değilse de; Birleşmiş Milletler-Dünya Gıda Programı (WFP), Güney Sudan halkının gıda beslenme bazındaki konumunu resmi olarak açıklamada 'Açlık (famine)' kelimesini kullanmakta.
"Merkez"in dışındaki alanlarda gördüğüm; önünde beyaz flamalı ağaç dalı dikili tukulları sorduğumda aldığım yanıt, oraların da kendi üretimi alkolü satan yerler olduklarıydı. Beyaz ve kırmızı olabiliyormuş! Bizim yerli sürücü, iç kesimlerden getirilen üzümü kullandıklarını söyledi ama farklı yerlerde çalışmış olmak üzere bu dördüncü gelişim; ne kurusu ne yaşı, hiç üzüm görmüşlüğüm yok burada. Bölgenin ana tahılı olan ve "shorgum" denilen süpürgeotu familyasından bir tahılın kullanıldığını düşünmekteyim ister istemez. Maiwut'taki yerli üretim; üzerinde ilginç "Uzo" yazısı olan iğreti etiketli yeniden kullanım şişelerinde satılırdı. Buradakiler bardak hesabı gidiyor herhalde!
Geçtiğimiz Temmuz'da Juba'da başlayan çatışmaların kırsala yayılıp yoğunlaşmasının getirdiği güvenlik ve göç koşulları; Kızılhaç'ı, daha önceki gelişlerimde çalıştığım Maiwut (Nuer bölgesi) ve Kodok (Shiluk, 3. büyük etnik grup, muhalefetin bir diğer bileşeni) bölge hastanelerinden çekilmek zorunda bırakmış. Ortalık göreli yatıştığında alternatif olarak Akobo ve Ganyiel'de çalışma başlatılmış. Geçici düşünülen hal, süreç ve getirdikleriyle uzayarak kalıcıya dönüşme gidişatında gözüküyor.
Ekip arkadaşlarım; İsviçreli cerrah Daniel, Ürdünlü ameliyathane hemşiresi Abdülillah, İspanyol (Kanarya adalarından) koğuş hemşiresi İco ve Hollandalı fizyoterapist Guido'dan oluşuyordu. Kısa süreli gelmiş olan Daniel döndü, yerine bir haftalığına Etiyopyalı Halaje geldi. O da bu Salı Finli Olli ile yer değiştirdi. Kısmetse Olli ile bitiririm artık!
Çalıştığımız hastane bir ABD sivil toplum örgütü olan "International Medical Corps (IMC)" tarafından yapılmış ve bağlantılı yerel ekipleri çalışıyor. Çadırlar hariç 60 yatak kapasiteli. Kızılhaç, ortak kullanım ve paylaşım için ücret mukabili süreli anlaşma yapmış. Ameliyathane ve koğuşların yarısını kullanan kiracı gibiyiz!
Üzülür ateş eder, sevinir ateş eder...
Hastane ile kampüsümüz arası yaklaşık yüz metre. Buralı alan koordinatörü Simon'ın deyişiyle: Akobolu'lar; yer ateş eder, içer ateş eder, üzülür ateş eder, sevinir ateş eder...
Olduğu için silah sesleri varlığı zamanlar hariç işe gidiş gelişte yürümek ve serbest zamanda dolaşmak serbest. Böylelikle unutur gibi olduğum kimi şeyleri de hatırladım yeniden: Selamlaşma sözcükleri "male - male mugua"yı... "Kawaja (beyaz adam)" diye bağırarak ardımızdan koşuşturan çocukları...
Bir yandan ömründe ilk kez gördüğü beyaz insandan katıksız dehşete düşüp ağlayan ve/veya kaçışan bebeleri, diğer yandan da 'male' diyerek el sıkışma cesaretini gösterip aslında bu beyaz mahlukun ne menem bişe olduğunu anlamaya çalıştıkları aşikar çocukları.. mebzul miktarda STÖ kampüsleri, 4x4'leri ve logolu tişörtlü yerli-yabancı insanları...
Gün boyu kahvede-meyhanede oturmak, ortalıkta dolaşmak, akşamları da "yerli mamül" veya Bedele (Etiyopya birası) içmekten gayrı halleri görülmeyen erkekleri.. evlerde-bahçelerde sürekli çalışan; çocuğunu sağrısında, sepetteki bebeği dahil her türden yükünü kafasının üzerinde taşıyan kadınları... kadın-erkek istisnasız, her yerde ve her zaman fıskiye tarzı tükürmeleri.. ' baya ince ve uzun' betimlemesinin, G Sudanlı'lar için kalın ve kısa kalıyor oluşunu.. kurutulmuş nehir balığının metrelerce öteye ulaşabilen dayanılmaz ağırlıktaki kokusunu... ve en nihayetinde, hörgüçleri ve muhteşem boynuzlarıyla müthiş göz alıcılıktaki; toplumsal yaşamda her şeyin başlangıç ve bitiş noktası olan sığırları...
Çatışmalar bir nevi sığır savaşları!
Kasımla birlikte altı aylık Yağmur sezonunun bitişi ve kurak sezonun başlangıcı; aynı zamanda bataklık ve çamurun bitişi ile çatışmaların yeniden başlayıp, yoğunlaşması hallerini getiriyor. Bundan ötürüdür ki, aybaşında Mobil Cerrahi Tim (MST) olarak Juba'dan Akobo'ya deplase olduk.
Çatışmalar bir nevi sığır savaşları adeta! Öncelikli olan stratejik öneme haiz politik-askeri noktalar değil. İktidar (SPLA) ve muhalefet (SPLA-iO) askerlerinin temel hedefleri, günlük yaşam bağlamında birincil ve en üst düzeyde önem ve değere sahip sığırlar ve sığır toplanma alanları. Ardından köy basma ve kadın-çocuk kaçırma gelmekte... Etnisiteye dayalı bir savaş söz konusu olduğundan, herkesin kendi bölgesinde tedavi edilmesi bir zorunluluk haline geliyor. Bizim işimiz uzak-yakın bölgedeki çatışmalarda yaralanıp Kızılhaç uçakları ve helikopterleri ile taşınan yaralı Nuer askerlerini ameliyat ve tedavi etmek. Bir günde iki uçak veya dört helikopter yaralı aldığımız bir vakıa.
Ameliyatlardan artakalan zaman olabildiğinde kampüsteyiz doğallıkla. İnternet teorik olarak ofis tukulunda var! Ama aslında yok hükmünde. İki satırlık bir mail atmak/okumak için bile saatlerce beklemeyi göze almak durumundasınız. O da sayfa açılırsa tabii. Sonuçta, adeta ömür törpüsü olan o hale hiç takıl(a)mıyorum, kimseler söylenmesin lütfen... Genelde okuyor; "hava ve yol şartları" müsait olduğunda, köy dahilinde göreli sakin ve sessiz taraflara doğru yürüyüşe çıkıyorum. Bazen de kahve-cigara tiryakisi Abdül ile terse, "merkez"e doğru yürüyüp; "kahvehaneler"de zencefil ve menengiç karışımlı birer kahve içiyoruz: 30 SSP, bizim parayla 60 kuruş. Tabii ortam ve kullanılanlara takılmayacaksınız!..
Kampüsümüzde tukul no:3 yani benimkisi hayvan taifesinin en sevdiği tukul, niyeyse?.. Bir kirpi var, dönüp dolaşıp geliyor, içeri girip yere serili beyaz plastik çuvalın altına girmeye çalışıyor. Hayır korkum gece karanlıkta basacağım üstüne, zarar vereceğim diye...
Kampüs bahçesinde kara mamba...
Oklarından yana derdim yok zira tam orta yerde 7-8 santimlik akreple karşılaştıktan (salacak halim yoktu, öldürmek zorundaydım) sonra tukula yalınayak girmekten ve dolaşmaktan çoktan vazgeçtim zaten.
Bu arada; yerli-yabancı buradaki herkesin ortak görüşü; Maiwut seferinde başıma gelen ısırılma ve 2 operasyon, 3 aydan fazla çeken iyileşme süreci (FFKÇ) ile maruf bacak enfeksiyonu hadisesinin benim tahminim üzere örümcek değil akrep sokması ile olduğu. Akrep zehrinin doku nekrotik etkisini anımsayınca pek de yabana atılabilecek tez değil doğrusu...
Bu arada yarasalarım da var; karanlık sökün edince dışarıdaki yuvalanma alanları ile benim tukul tavanını olağan sorti rotası eyleyen! Kapıyı açık bırakıyorum gece, temiz ve serin hava gelsin diye. Bunlar da devam...
Tavana asılıp kalıyor, sabah yerleri böcek ölüsü ile kaplı bırakıp gidiyorlar. Kimileri gündüz misafiri olarak kalmayı da yeğleyebiliyor! Şimdilik yok bir şikayetimiz birbirimizden. Arada girip çıkarken sorti rotasını kesiyor olsam da, o müthiş sonar-radar algılama sistemleri ile hiç takılmadan geçiyorlar yanımdan.
Kampüs bahçesinde görülen "Black Mamba", aralarda salına salına dolaşıp projektörün altındaki geceden kalma böcekleri yiyen büyük iguana, bahçedeki ateş başından mutfağa kapla et taşıyan kadın çalışanımıza pike yapıp eline dalan kahverengi kartallar... Ve nihayetinde muhitimizde yakalanıp orta yere asılan yaban kedisi/vaşak (herhal. yerel adını söylüyorlar, ingilizcesini bilen yok. Kedigillerden olduğu aşikar)... Eh işte, hoş geldin Afrika'ya...
Salı dönüşüne kadar niyetim bu birkaç günde hem sizlerden hem de oralarda ve dünyadan haberdarolmaya çalışmak. İyilik ve güzellik dileklerimi iletiyorum. Kalın sağlıcakla... (ET/PT)