Nisan ayında yapılacak seçimler ve 2014 yılı sonuna kadar Uluslararası Güvenlik Yardım Gücü ISAF’ın, güvenliği Afganistan’a devrederek ülkeden çekilecek olması, ABD basınında muhtemelen ufak bir yer bulacak. Afganistan'dan haftada bir, çoğunlukla Batı medyası aracılığıyla servis edilen haberler de sadece dikkatli birkaç okuyucunun ilgisini çekecek. Oysa 2001 yılındaki Afganistan işgali ve ardından daha büyük bir kitlesel tepkiyi doğuran 2003 Irak işgali, ABD'nin “Yeni Düzen”inin ilk sahneye çıkışıydı ve “gündemden düşmüş” emperyalizmi tekrar güncel ve yakıcı bir konu olarak tartışmaya açtı. Şimdi Ortadoğu’ya yeni “müdahaleler” tartışılırken bu iki işgalin belleğinin hem emperyalist devletlerin politikalarında hem de antiemperyalist hareketlerde önemli bir yeri var.
ABD’nin başını çektiği ve İngiltere, Almanya gibi Batı ülkelerinin yanı sıra Pakistan, İran, Suudi Arabistan, Kuveyt, Umman, Tacikistan, Özbekistan, Türkiye, Endonezya gibi birçok ülkeyi de içine katan [1] bu “bitmeyen savaş”ın sonucunu, kısıtlı bir sürede de olsa Kabil’de gözlemleme fırsatı buldum. Afganistan, birbirinden çok farklı gelenekleri ve alışkanlıkları taşıyan etnik grupların yaşadığı [2] bir ülke. Bu yüzden, yerinde yapılan gözlemlerden bahsetmek için mutlaka Kabil’in dışını da ziyaret etmek gerekiyor. Fakat birçok farklı bölgeden, etnik kökenden, politik eğilimden kadınla günün 7-8 saatini birlikte geçirdiğimiz bir haftanın sonunda hayran olduğum dostlarımın ülkesine dair mütevazı bir görü kazandığımı söyleyebilirim. Bu hayranlıktan bahsederken ufak bir tedirginlik yaşıyorum. Afganistan ziyaretim öncesinde Alman gazeteci Galina Breitkreuz’ün 2005 yılına kadar Afganistan’ın farklı bölgelerinden kadınlarla yaptığı röportajlardan oluşan, “Şeriata Karşı Kadınlar”ı [3] da okuma fırsatı bulmuştum. Doçent, gazeteci, halı dokumacısı, komutan, polis veya Penşir Vadisi köylüsü bu kadınları tarif ederken kullandığı abartılı hayranlık ifadeleriyle, kuşku ve alaycılığın çelişki bir aradalığı Batılı gözün Doğu’ya bakarken taktığı o mistik perdenin tüm kirini, ağusunu açıkça gösteriyordu. Uzun uzun özgüvenine övgüler dizdiği doçentin, birden bakımlı parmaklarından ve rujundan, yahut tercümanlık için tuttuğu genç kadının şarkı söylemesinde ve hak etmediğini düşündüğü halde tercüme için ödediği ücreti kabul etmesindeki “rahatsız edicilikten” bahsettiği bu çelişkili anlatı, maalesef Afganistan’da yaptığım sohbetlerde de karşıma çıkacaktı. Oysa savaş bölgeleri gibi büyük altüst oluşların yaşandığı yerlerde hayatlarını sürdüren diğer tüm kadınlar gibi Afganistanlı kadınlar da özel bir bilgi ve öngörüye sahiplerdi.
Kısa süre önce Afganistan İşçi ve Memur Sendikaları Konfederasyonu - EMKA (veya İngilizce kısaltmasıyla NUAWE) içinde oluşturdukları, kadınlarla ilgili birçok konuda bağımsız hareket etmeyi hedefleyen Kadın Biriminin gelişim sürecinde toplumsal cinsiyet, kadın emeği, sendikalarda kadınlar gibi birçok konuda konuşmak için bir araya geldik. İşyeri temsilcisi, işçi, sendika uzmanı ve feministlerden oluşan yaklaşık 15 kadınla yaşadığım tecrübenin etkisini halen üzerimde hissediyorum. Birçoğu Taliban hükümeti döneminde ya Pakistan ve İran gibi ülkelere kaçmayı başarmışlardı ya da o dönemi hatırlayamayacak kadar gençlerdi; ama hikayelerin birçoğu 1960’lara ve 1970’lere kadar uzanıyordu. 19 yaşında, politik olarak oldukça aktif olan, kendini sosyalist ve feminist olarak tanımlayan tercümanım, komünist kimliklerini ölüm tehditleri sebebiyle saklayan, cemaat içinde dikkat çekmemek için Cuma günleri camilere giden erkeklerden bahsetmişti. Oysa toplantılardaki Peştun dostlarımdan biri hiç çekinmeden 12-13 yaşlarından itibaren komünist gençlik programlarına katıldığını, iki kez Sovyetler Birliği’ne gittiğini; anne ve babasının itirazına rağmen, ağabeylerinin kendisinin bu politizasyonundan korkarak 14 yaşındayken onu bir arkadaşlarıyla evlendirdiklerini anlatacaktı: “Evlenmeden önce kuş gibi uçuyordum. Ülkede bir yere geleceğim, bir şeyleri değiştireceğim diyordum.” Fakat ailesi de evlendikten sonra bir “Peştun kadına” yakışır biçimde kocasının sözünü dinlemesi gerektiğini tembihleyecekti. Kocasının zoruyla 7. sınıfta okulu bırakmak ve çador (burka) giymek zorunda bırakılmış. Fakat kocasının uyguladığı tüm şiddeti göze alarak gençlik toplantılarına gizli gizli gitmeyi sürdürmüş. İki yılın sonunda iki çocuk doğurmuş ve bir diğerine de hamileyken asker olan kocası, 1986 yılında başka bir şehre Mücahitlere karşı savaşmak için (Komünist hükümet için çalışan askerlerin hepsi komünist görüşü paylaşmıyorlar) gittiğinde esir düşmüş. Ardından, kocasının ailesinin onu oğullarından biriyle evlenmeye zorlamasına direnerek ailesinin yanına ve okula dönmüş, bir işte çalışmaya başlamış. Yaklaşık aylık 1800 Afgani (60 TL) almasına rağmen, devletin tüm halka yaptığı gıda yardımı sayesinde paranın ailesine yettiğini anlattı. Tam hayatının yoluna girdiğini düşünürken, sevincimiz “yıllar sonra kocasından gelen bir mektupla” yarım kaldı. Fakat kocası döndükten sonra eve dönmeyip çalışmaya devam etmiş, kurduğu hayatı olduğu gibi korumaya çalışmış.
Hemen hepsinin evdeki ağır iş yükleriyle ilgili hikayeleri vardı. Şimdi sendika yöneticisi olan kadınlardan biri öğretmenliğe yeni başladığı zamanlarda evde her işi kömürle yaptığı için ellerinin karasını bir türlü çıkaramadığını, bu yüzden sabahları tüm öğretmenler ayrıldıktan sonra defteri imzalamaya gittiğini anlattı. Habibe ise evdeki yükünü şöyle tarif edecekti: “Sabah kalkınca kendimi makine gibi hissediyorum. Sanki biri her sabah fişimi takıyor. Bana kahvaltı için vakit yok.” Fakat çoğu, artık kocalarını evdeki işleri paylaşmaya zorladıklarını da ısrarla söylüyorlardı.
Sendika içindeki mücadelelerinde ise başka zorluklar yaşamışlardı. Çoğu, uzun süre boyunca bir kadın örgütlenmesi için mücadele vermiş. Ayrı bir Kadın Biriminin kurulmasına, özellikle onlarla eşit statüdeki erkekler şiddetle karşı çıkmış. Birim kurulduktan sonra ise araba tahsisinden bütçeye kadar bin türlü zorluk çıkarmışlar. Bu sene 8 Mart’ı kadınlar kendileri organize etmek için çok mücadele etmelerine rağmen, programı erkeklerin hazırlamasını engelleyememişler. Ama çok kararlılardı: “gelecek sene 8 Mart’ı mutlaka yalnızca kadınlar olarak organize edeceğiz, bir daha müsaade etmeyiz.” Afganistan Anayası ve İş Kanununda kadınlar lehine maddeler mevcut; fakat maddelerin pratikte pek karşılığı yok. Bu kanunların uygulanması için çok çalışıyorlar. Ayrıca işyerinde cinsel tacizden, yatay ve dikey emek hiyerarşilerine kadar birçok sorunu, mücadele programlarına katmış durumdalar.
Şimdi Afganistan’da kadınların da içinde yer almak için mücadele ettikleri yeni bir dönüşüm daha yaşanıyor. Taliban, Karzai ve ABD arasında yeniden başlayan görüşmelerin gideceği yönü daha iyi kavrayabilmek için Afganistan tarihine ve temel politik dinamiklerin nasıl ortaya çıktığına bakmak gerekiyor. 19. yy sonlarında başlayan Afganistan modernleşmesi Peştunlara önemli ayrıcalıklar tanıdı, merkezileşme politikalarında Peştunlara önemli roller verildi. Kabilelere vergi muafiyeti, toprak tahsisi gibi düzenlemelerle başlayan ayrıcalıklar, diğer etnik grupların siyasal sistemden tasfiyesiyle ve Peştun dilini resmi dil haline getirme çabalarıyla devam etti. Peştunluğa dayalı bir milliyetçilik inşa edilmeye çalışıldı [4]. Bu politik hat, ancak Afganistan Demokratik Halk Partisinin 1978 yılında hükümete gelmesi sonucu tüm etno-dilsel grupların eşit haklara sahip olmalarını destekleyen Sovyet milletler politikasıyla değişecekti [5]. Oysa Amerikan çıkarları ne anti-emperyalist bir ulusçulukla ne de elbette komünist bir hükümetin yönetiminde herhangi bir sistemle örtüşüyordu. İşte Amerikalıların soğuk savaş döneminde bu siyasal yapılara karşı yarattığı İslami cihat hareketinin çocuğu olan Taliban, savaş sırasında Pakistan’daki medreselerde eğitim görmüş, çoğu bu savaşların hiçbirinde yer almamış kadrolardan oluşacaktı. Taliban, tüm bu karmaşa ve savaş koşulları içinde popülist ideolojisi ile düzen vaat etti. Yanlış yönlendirilmiş, pragmatist bu hareket, halkın haklı öfkesinin maalesef bir dönem taşıyıcısı olmayı başardı. Aslında halkın temel isteği yalnızca hayatta kalmak ve 20 yıl süren savaş ardından barış içinde yaşamaktı. Fakat hem farklı etnik gruplar hem de kadınlar için Taliban yönetimi ağır sonuçlar doğurdu[6].
11 Eylül’ün ardından ise ABD’nin yarattığı “Küresel çapta terör” söylemi, ABD’nin herhangi bir “terörist” gruba değil; canının istediği herhangi bir ülkeye neredeyse bahanesiz savaş açmasını meşrulaştırdı[7]. Bu “müdahalenin” ismi de hazırdı: “Rejim değişikliği”. ABD, halkın halen acılarını taşıdığı korkunç bir bombardımana başladı. Tüm büyük şehirleri bombaladı, halkı şehirleri boşaltmaya zorladı ve nihayetinde Taliban hükümetini devirdi. ”Küresel çapta terör” ise Aijaz Ahmad’ın söylediği gibi, ABD’nin iddiasının aksine pek küresel çapta olmasa gerek ki ABD’nin işgalinin yanına yaklaşabilecek bir misillemeyi dünyanın herhangi bir yerinde yapmayı başaramadı.[8] Bugün, bu işgalin sonucunu Kabil sokaklarında görmek mümkün. Hemen hemen tümüyle yerle bir edilmiş şehir, toz ve toprağın içinde inşaat sermayesinin kırık dökük oyun bahçesi gibi. Halkla uyuşturucu baronları, savaş tacirleri arasındaki varlık farkı korkunç boyutlarda. Günlük yaklaşık 10 TL’lik yevmiye ile çalışan işçiler, o gün bir iş bulabilirlerse şanslılar. Diğer yandan devasa “düğün kompleksleri”, yüzlerce davetlinin katıldığı lüks düğünlere ev sahipliği yapıyor. Sokak başlarında silahlı kuvvetlerle korunan güvenlik noktaları var ve herhangi bir yabancı STK’ya ya da otele girmek için en az üç güvenlik noktasından ve demir kapılardan geçmeniz gerekiyor. Bu şehir resminin içinde kadınların kendilerini ne kadar güvende hissettiği ise oldukça tartışmalı. Fakat Kabil sokaklarında tacize karşı eylemler yapan, erkeklerle kavga etmeyi göze alan, kimileri ise başörtüsü takmayı, dayatmaya karşı tamamen reddeden (kadınların çoğu saçlarının önünü açıkta bırakan başörtüleri takıyorlar) kadınlarla tanışmak, kadınların bu şehrin her köşesinde mücadeleleri uğruna verdikleri emeğin izlerini görmemi sağladı. (GE/AS)
* Yazı ilk olarak Feminist Politika dergisinin, Güz 2013 tarihli, 20. sayısında yayınlandı.