Danimarkalı marangoz Ole Kirk Christiansen yıllarca ahşap oyuncaklar üretip 1947 yılında plastik kullanmaya karar verir. Bundan iki yıl sonra, en büyük küresel markalardan birine dönüşecek olan plastik sarı parçalardan oluşan seti, Lego'yu üretmeye başlar.
Lego Christiansen'in icadı değildir. Onun asıl başarısı, ilk modelleri ürettiği yıllar geçer geçmez, 50'li yıllar boyunca kentler, binalar, araba modelleri ve benzeri şekillerde setler üretmesi olur. Çocukların önceden belirlenmiş amaçlar yerine hayalgüçleri doğrultusunda tasarımlar yapabilmesiyle ünlü oyuncaklar, tarihin ironik bir cilvesiyle bu fikre en çok ihanet eden markayla anılır hale gelirler…
Memleket sınırlarında da uzun zamandır orta sınıf ailelerin evlerinde, salon halılarına dökülüveren sarı parçalar “Çocuğum mimar olacak belli,” gurur cümlelerine kaynaklık etti. Son yıllarda ağırlığı giderek artan tematik setler daha da görünür oldu.
Bunun birçok nedeninden biri de ithalatı yapan Adore firmasının artık kendi markasıyla Lego dükkanları da açmaya başlaması. Büyük alışveriş merkezlerinin yanında İstanbul Bağdat Caddesi'nde de bundan bir iki yıl önce açılan dükkan, girişinde legolardan yapılmış devasa Darth Vader heykeliyle ilgi odağı. Gerçi, son haftalarda cadde boyunca yürümeye çıkanların, gezmeye gelenlerin dikkatini daha çok çeken kapının önündeki direniş çadırı.
Şikayetler, haklar, direniş
Adore Oyuncak'ın Tuzla'daki deposunda çalışan işçilerden altısı, bir ay önce haksız yere ve sendikal faaliyetleri nedeniyle işten çıkarılmalarını protesto etmek üzere, haklarını alana kadar devam edecekleri bir direnişe başladıklarını duyurdu. İlk işten çıkarılan işçinin Tuzla'daki depo önüne kurduğu çadır, beş işçinin daha çıkarılmasını takiben Bağdat Caddesi'ne taşınmış; Lego dükkanı önünde bir protestoya dönmüştü.
Bir aydır, caddede yürürken merak edip duran, imza kampanyasına destek olmak ya da bağış yapmak isteyen herkese anlattıkları hikâyelerine göre, geçtiğimiz yıl boyunca ayda üç dört günü geçmeye başlayan şekilde ücretsiz izin uygulaması başlamış. Çalışanların maaşlarını tamamlayabilmek için fazla mesaiye kalmaları, sosyal hayatlarını olumsuz etkilemeye başlayınca şikayetler yükselmiş.
Aslında herkes gibi belirli mesai saatleri içinde çalışmak ve düzenleri değiştirilecekse bunun onlara sorularak yapılmasını istiyorlar. Onlar da, mesai düzeninin işin gereklerine göre değişebileceğini kabul ediyor, hatta yasanın da bu konuda belirli kurallar öngördüğünü biliyorlar. Bu yasaları öğrenirken, kendi söz haklarını da öğrenmişler. Mesai değişikliği çalışanın rızası olmadan yapılmaz diyorlar…
Malum süreç
Çalışma düzeni tartışmaları uzayınca, yasal hakları konusunda bilgi almak isteyen işçilerin avukatlarla görüşmeleri ve Limter-İş Sendikası'nın bilgilendirmeleri, işveren gözünde giderek “dış mihrak” karakterine bürününce, mesai saatlerinde sendikal faaliyetlere izin verilmeyeceğine dair sözlü uyarılar başlamış.
İşçilerden biri, “E anayasa var? Ben mola yaptığım sırada, arkadaşlarıma 'dün sendikaya gittim, şöyle bir toplantı yaptık,' dediğimde bile sendikal faaliyet yapmış oluyorum, bunu yasaklama hakkın yok ki?” diye özetliyor yaşadıkları çelişkiyi.
Bir gün, beş yeni işçinin gelişine ve oryantasyon eğitimi almaya başladıklarına tanık olmuşlar. “Biletimizin kesildiği belli oldu zaten,” diye anlatıyorlar. Aynı akşam “amire saldırı”, “üstlerine hakaret”, “kanunsuz iş durdurma” gibi sebeplerle iş akitleri feshedilmiş.
“Toplam sekiz kişiydik. Bir arkadaşımız bu mücadeleye katılmamayı seçti. Bir diğeri de gerilime dayanamayıp istifa etti, başka bir işte çalışıyor. Kaldık biz altımız. Sonuna dek hakkımızı arayacağız” diye kader ortaklıklarını dile getiriyorlar.
Direniş sürüyor
Çadırlı direniş bir ayı devirmek üzere. Bugüne dek işverenler iki kez barış teklifinde bulunmuşlar. İlk tekliften önce avukatları “bütün haklarınızı alamazsanız, ben gelir sizinle direnirim,” deyince toplayıp kaldırılan çadırın ikinci kez kurulduğu direniş bu. Teklifler, yasal hakların çok altında maddi öneriler içeriyor, üstelik “tüm yasal haklardan feragat” karşılığı bekleniyor. Maddi bir pazarlığın çok ötesine geçen bu ifade, son yıllardaki tüm emek mücadelelerinde duymaya alıştığımız bir kalıp.
İşçilerin hepsi çok eski sözleşmelere sahip değil. Sektörde alışık olunduğu üzere, yıl biterken, mesainin son on dakikasında yeni bir yıllık sözleşme yapılması ya da reddi söz konusu. Bugüne dek birkaç kere sözleşmesi uzatılınca otomatikman süresiz sözleşme haklarına kavuşmuş olanlar var. Sadece bu depoda değil, genel olarak işleyiş kimsenin o denli uzun boylu kalmaması gibi görünüyor. Bu iş güvencesizliği uygulaması aynı zamanda kıdem tazminatı gibi sosyal hakların biriktirilebilmesinin önündeki en büyük engellerden de biri. İnat, biraz da bu hakların kazanımı için.
“Direnişin mağdurları”
Firmadan yeni bir adım atılmayınca bir ayın sonuna doğru, eylemin karakteri açlık grevine dönmeye başlamış. Benim bu tamlamayı ilk duyuşum 96 cezaevleri. Şakası olmayan, hafife alınamayacak ve mümkünse başka çareler tükenmeden akla bile gelmemesi gereken bir şey olarak öğrenmişim.
Bu soruyu yanlış anlamayacaklarını umarak, “çok büyük bir hamle değil mi bu” diye soruyorum. “Hep birlikte ölüm orucuna girmedik. Her gün birimiz açlık grevi yapıyoruz. Son bir tarihi yok, haklarımızı alana kadar her gün birimiz,” diye yanıtlıyorlar. Süresiz, dönüşümlü. Sendika başkanı nöbet tutmayı reddedip, tüm direniş boyunca açlık grevi yapmayı planlıyormuş.
Sürecin bu kadar ciddileşmesi karşısında dükkanın içinde neler yaşandığını merak etmeye başlıyorum. Giren çıkan çok fazla insan yok. Biri dükkana meylederse, direnişçilerden biri megafonla dönüp sesleniyor: “Boykot etmenizi rica ediyoruz, haklarımızı vermediler.” Kimi zaman tereddüt, kimi zaman umursamazlık, kimi zaman dönüp daha çok soru sormakla sonuçlanıyor bu megafonlu çağrı.
İşçilerden biri, “içerdekilerden de tek istediğimiz destek. Biliyoruz, onları da zor duruma sokuyoruz aslında. Onlar da primle çalışıyor. Biz boykotu başarırsak onlar da her ay kazandıkları kadar kazanamayacaklar… ama onların başına böyle bir adaletsizlik gelirse de, ilk biz orada, yanlarında olacağız” diye yanıtlıyor aklımdan geçenleri. Dükkandakiler açısından direnişin muhatabı olmamalarına rağmen mağduru olmak zor görünüyor.
Tuhaf çelişki
Alışveriş yapanlar açısından da durum daha kolay değil. Haklılık, alışverişin konuyla ilişkisi gibi şeyleri tartışamayacakları yaşta olan, belki de çoktan sözü verilmiş, belki bir başarısı karşısında ödül olarak müjdelenmiş, vaad edilmiş oyuncaklarını almaya giderken karşılaşılan eylem söz konusu. Bu çelişkide taraf olmaya itilmek istemiyorlar, özellikle tereddüt edenlerde herkesin görebileceği bir detay bu. O dükkandan bir itfaiye arabası ya da Star Wars karakteri alarak kapının önünde haftalardır haklarıın arayanlara kötülük yapmak istemiyorlar. Öte yandan, sadece bu tekil alışverişle, sanki hakları bizzat çalan, eski Türk filmlerinin kötü karakterleri gibi olacaklarına da inanaları gelmiyor.
Grevler, mağduriyet yarattıkları durumlarda bile genellikle bu çok dolaylı ve uzun vadede gerçekleşiyor. Mağdurla greve giden işçi arasında sağlıklı bir diyalog kurulabilecek zemin yaratılması için imkan bulunabiliyor. Boykot çağrıları bu açıdan daha zorlu. Hele ki Adore örneğindeki gibi doğrudan eylemle birleşen çağrılarda, boykotçu ve potansiyel tüketici birebir karşı karşıya geldiğinde, o kısa zaman aralığında bütün bu nedenselliğin aktarımı imkansız olduğunda. Ne tuhaf çelişki, eylemci ve muhatabı arasındaki tüm aracılar kalkmış, ama eylemin nedenselliği hâlâ kendine aracı bulma derdinde... (KL/YY)