*"Adonis'in Ölümü", Luca Giordano (1634 – 1705)
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın siyasi faaliyetleri şimdiye kadar, ekonomik ve askerî açıdan yenilenmiş, "güçlü" bir Türkiye vaat eden ulusal-muhafazakâr bir gündem tarafından yönlendirildi.
Savaş sonrası Atatürk döneminin anayasal pasifizmi, artık yerini imparatorluğun fetih geçmişine dayanan, gözden geçirilmiş bir devlet anlayışına bırakmalıydı. Askerî açıdan zayıf ve siyasi açıdan işlevsiz bir Türkiye'yi tasvir eden anlatılara başvurarak, Erdoğan'ın etrafındaki danışman ordusu ve siyasi hareket derin bir ulusal yenilenme propagandası yaptı.
Öyle ki, "güçlü" Türkiye'ye giden yolun ancak savaş sonrası Kemalist düzenin norm ve ilkelerinden uzaklaşmaktan geçtiği algısı yayıldı. "Yurtta sulh cihanda sulh" yerini yurtta kutuplaştırma cihanda "İhvancı" gerilim ajandasına bıraktı. Erdoğan'ın görev süresi boyunca hedeflediği "yeni ve güzel" Türkiye'de, gelecek nesiller imparatorluk yıllarının tarihi mirası üzerinde kaygısız yaşayabilmeliydi.
Bu radikal revizyonizm, Erdoğan'ın iktidara gelmesinden sonra orduda Kemalist sulh doktrinini benimseyen çevrelerde büyük kaygılara yol açtı. Ancak 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra ordudaki sulhçu Kemalist doktrininin de değiştiği gözleniyor.
"Mavi Vatan" doktrininin babası, Tuğamiral Cem Gürdeniz ordudaki bu paradigma değişikliğinin ete kemiğe bürünmüş halini temsil ediyor.
Güçlendirilmiş bir Türk milliyetçiliği ve militarizmi, Ortadoğu'da endişeye yol açtı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dahil olduğu kararlı milliyetçi gündem, güçlü korkular yarattı. Ulusalcı muhafazakâr ideoloji ve reel politik pragmatizm arasında salınan bu politikaların sürdürülebilirliği için mesela bir Helen ya da bir Ermeni militarizmine ve milliyetçiliğine ihtiyaç var.
Yunanistan'ın küçük Meis adasına 300 asker göndermesi ile belirginlik kazanan Panhelenist ajanda Türkiye'deki milliyetçi gündemi tahkim ediyor. Adaya asker konuşlandırma, İtalya'nın 1948'de Meis dahil On İki Ada'yı Yunanistan'a devrettiği Paris Antlaşması'nda belirtilen, adaların askerden arındırılmasına ilişkin bir maddeyi açıkça ihlal ediyor.
Sekülerle arasında yeni duvarlar
Cumhurbaşkanı Erdoğan cami olarak yeniden düzenlenen Ayasofya'da ilk Cuma namazını Kuran tilaveti okuyarak etkileyici bir icraat ile başlattı. Dua ve hitap yeteneğinden ulaştığı sentez sayesinde Erdoğan, ulusal-muhafazakâr liderlik yarışında yerinin doldurulamayacak olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.
Heyecanlı bir kalabalık Erdoğan'ın ilk Cuma namazını ve Kuran duasını dünyanın en sembolik binalarından biri olan Ayasofya'da işitti ve gördü.
Hem hatip hem imam vasfı Erdoğan'ın profilini İslami mahallede konsolide etmekle birlikte bu vasıfları seküler mahalle ile arasına yeni duvarlar ördü.
Oruç Reis, Doğu Akdeniz'de Yunan saldırganlığına karşı bir "inandırıcı caydırıcılık" sınavı veriyor.
Oruç Reis, Mavi Vatan doktrininin sembolik sondaj gemisi haline geldi. Doğu Akdeniz'de sondaj çalışmaları bir Mavi Vatan doktrinine dayanıyor.
Kültürel yamyamlık
İhvancı ajanda nedeniyle Türkiye ne yazık ki uluslararası arenada epey yalnızlaşmış görünüyor. Mesela olası gaz gelirlerinin KKTC ile hakkaniyetçe paylaşılması KKTC'yi tanımayan dünyada ve Avrupa'da yankı uyandırmıyor. Avrupa'dan bakıldığında Türkiye'nin tutumu saldırganca olarak değerlendiriliyor. En son ABD bile Kıbrıs ve Yunanistan'dan yana tutum aldı. Çünkü dünyada bilhassa Avrupa'da Doğu Akdeniz tek başına değil; Libya, Suriye, Rojova, Afrin ve Ayasofya ile birlikte okunuyor. Türkiye'nin sözde aktif dış politikasının büyük Osmanlı gibi tarihsel bir arka planı olduğuna inanılıyor ve yayılmacı olarak görülüyor.
AB sözleşmesinin varlık nedenlerinden biri olan, "birlik üyesi ülkeleri dış saldırılara karşı savunma ilkesi", Yunanistan'a tam desteği gerektiriyor. Ancak şimdiye kadar sadece Fransa, İtalya, Avusturya, Lüksemburg ve Güney Kıbrıs, bölgedeki askeri varlıklarıyla Yunanistan'ın yanında yer aldı. Bu, AB ve Almanya için bir zayıflık ve parçalanmışlık belgesidir.
Yayılmacı muhafazakâr milliyetçi doktrin uzun yıllar boyunca bir çeşit "kültürel yamyamlık" diyebileceğimiz bir kültürel emperyalizm de güttü.
Bu "kültürel sahiplenme", sözüm ona ayrıcalıklı bir egemen kültürü temsilcilerinin diğer toplulukların kültürel rezervuarından yararlandıkları zamanları niteliyor.
Gözyaşı vadisindeki babaannem...
Kültürel yamyamlıktan söz açmışken, bunun kurbanlarından biri olan babaannemi anmadan geçemeyeceğim.
Babaannem kültürel varlıkları yağmalanmış, baskı, zulüm ve acı yaşamış bir kavme bağlıydı. O, 1915'li yıllar boyunca "bir gözyaşı vadisinde" dolaşmak zorunda kalanlardandı.
Cumartesi Anneleri gerçeğinde olduğu gibi annelerin pek çok ismi vardır. Onlar hep arar ama her defasında yanıltılır. Onlar sistemin faşizan labirentlerinde, tarlalarda çöllerde yollarını kaybederek hep zavallı yavrularını aradılar. Çocukları ise aşağı çöllere, bozkırlara götürülmüş, orada karanlık bir sorguda, bir binanın zemin katında, metruk bir depoda ya da asit kuyularında öldürülüp uzuvları muhtemelen parçalara ayrıldı.
İnsanlığın zulme, kana, işkenceye ve çarmıha dair hikâyeleri, tıpkı tanrının insan kılığında dünyaya inmesi gibi, yukarıdan aşağıya doğru dikey bir ivmeyle yeryüzüne inip dünyaya ait oluyor. "Dikey şiddet" bu bağlamda çarpıcı bir anlam kazanıyor.
İlahi anlatılar silsilesi içinde "yücelerin babası" anlamına gelen Abraham daha sonra anlamı düşürülerek İbrahim yapıldı. Artık ismi bir zamanlar karınca sürüsü gibi çok olup, zulüm ve baskıyla yok edilenlerle birlikte anılıyor. Onun ismi soyundan gelenler için baba değil de bir laneti çağrıştırıyor.
Ninem yanaklarına süzülüp orada öylece kuruyan sessiz gözyaşları eşliğinde anlatırdı. "Çırılçıplak soydukları her kadın gövdesi etrafında sevinç naraları atıyorlardı." Sonra duraksayıp düzeltme yapıyor;
"Bu sevinçten çok, azgınlık derecesinde bir mutluluk kutlamasını, bir orgi'yi andırıyordu. 'Gavur, gavur' diye hep bir ağızdan bağrışıp, uzun ve karanlık bir kıştan sonra ahırdan çayıra çıkan danalar gibi böğürüyorlardı.
Tanrı henüz yaratmakla meşgulken, muhtemelen bir yaradılış hatası olarak, bir babun maymununu engerekle çiftleştirmişti.
Bu çiftleşmeden kâh sarp dağ yollarında yırtıcı köpek dişleriyle bir babun kâh kum içinde fark edilmeyen ve son derecede zehirli bir yılan, garip bir yaratık doğmuştu. Sözde kahramanlık ve savaşçılık, bu hibrit yaratığın ruhunda tehlikeli şekiller almıştı.
"Gavur" kadınlarına alt soydan peydahlanmış bataklık kamışı gözüyle bakıyorlardı.
Savaşçı ruha sahip olanın kibri vardı yüz ifadelerinde. Ama savaşmanın hiçbir raconuna ve kuralına saygıları yoktu. Yüzlerinde yağmadan dönen Moğol atlılarının zafer sarhoşluğu ve ihtişamı okunuyordu. Fakat bu ihtişam sahici olmaktan çok, bir taklitti. Sadece felaket anlarında "muzaffer yüzünü" gösteren, Orta Asya'dan beri taklit edile edile rengi solmuş bir ihtişamdı bu.
İçimden, Tanrı'nın bu sözde ihtişamı bir anda yıkıp rezil bir duruma düşürmesini diledim. Ancak hiçbir şey olmadı. Sanki koyunlarından nefret eden bir çoban vardı, yukarıdan sadece seyreden.
Çünkü içinde küçük düşürücü ve kınayıcı içerikler olmayan alçakgönüllülük ve kibrin çelişkiler oluşturmadığı bir fazilet yoktu yeryüzünde. Tanrı da bu çelişkiler yumağının sözde erdemlik kazanmış suretiydi.
Oradaki hiç kimseyi güzel günler beklemiyordu, işkencelerden sonra yaşayacak ömürleri olsa bile muhtemelen bir tek güzel gün bile olmayacaktı hayatlarında. Herkes bunun açıkça farkındaydı.
Kızgın güneş altında yürüyorduk Deyr Zor çölü boyunca. Ayaklarımızda 'mewt, kutul, tazip, hicret, imha, ebada iğtisab' gibi kelimeler oluşan bir zincirinin halkalarıyla sıcak kum boyunca sürüklenerek yürüyorduk. 'Ölüm' kelimesinin anlamında var olan şeylere sarılıp sarmalanmış olarak. Kuyudan zorla yuvarlanan ağır bir taş gibi yürüyorduk işte. Etrafımızda bir kuşatma vardı. Tozun, kumun, bıçağın ve yakıcı güneşin ölümcül kuşatması. Tozla güneşle birleşip neredeyse gövde kazanmış kumun kucağına atılmıştık.
Tüm ruhlar nesneler içinde, zaman ise hayatla kavga halindeydi.
Babam bana 'cehennemde sadece çok iyi insanlar vardır' derdi. Bu adil bir şey değildi ama insanoğlunun adaleti bu kadardı işte.
Tanrının kutsanmış ve lanetlenmiş çocukları vardı ezelden beri.
Kabil'in çocukları ve onların soylarını sürdürenler dünyanın pek çok bölgesinde kök salmışlardı. Ama anlaşılan en çok dünyanın üç bölgesinde kök saldılar. Bu bölgelerden biri Nazi Almanya'sı ise diğeri de Ortadoğu'ydu.
Öldürülen herkesin yüzünde, kapanmamış gözüyle kardeşlerinin çok çirkin ve ter kaplı maskelerinin altındaki yüzlerine bakan 'Yusuf hüznü' vardı.
Yeryüzünün yukarısı, aşağısı, iyisi ve kötüsü vardı. Ancak iyi ve kötü, aşağısı ve yukarısı anlam veremediğim bir şekilde birbirine kenetlenmişti. Deyr-Zor'un göğü altında garip bir kenetlenmeyle el ele yol alıyorlardı. İntikam tanrıçalarının yol göstericiliğinde ölüme doğru bir yürüyüştü bu. Bazıları kraldan çok kralcıydı. Katillere yalakalık yaparak kendi cellatlarına eşsiz hizmetler sundular. Akıllarınca "canavarın etinde olmanın" onları kurtaracağını düşünmüş olmalıydılar.
İnsanın hayata tutunma aşkı bütün büyüleri içeren bir olgu.
İnsan suçlu olmadığı bir durumda bile kendisini pek iyi hissetmez, hep bir parça suçlu hisseder. Ben de onların adına kendimi suçlu hissediyordum.
Bazılarının yüzünde bir inanış vardı hayatta kalacaklarına dair. Bu çaresiz bir inanmaydı, çünkü bütün inanmalar çaresizlikten daha güçlüydü, ama yine de acz ile doluydular.
Arada direnenler ve vahşetten kurtulanlar da vardı. Ayağına diken batarak ölen, yürürken kanının değdiği yerlerde laleler açmış bir Adonis gibi çiçekte dirilmiş olanlardı bunlar."
İbrahim ya da Yusuf
Babaannemin hikâyesi, insanın ne tür barbarlıklara muktedir olduğuna dair yıkıcı bir "narrasyon"dur. Fakat Deyr-Zor çölünde yaşatılan vahşetin nicel hacmi ve biricikliği nedeniyle yeniden değil, sanki ilk kez oluyordu.
İbrahim ya da Yusuf kireç ocağına atılmış olanı veya odun yığını içinde yakılmışı sembolize ediyorlar. Alınlarında kanlı bir geçmişe ait hakikatin damgasını taşıyorlar.
Yusuf gibi herkes, bugün bile pek çok şehirde bir "yanan odun yığını şenliği" yapıldığını bilir.
Modern uygarlığın görkemli şehirlerini kuranlar gibi, Şam'ı kurduğu iddia edilen İbrahim de insan yüzlü değildi. Çünkü şehrin ilk kralı olarak isimlendirilen birinin insan yüzlü olmaması gerekiyordu.
Yürüdükleri yerlerde hâlâ kan izleri var
Günümüzde hiç baskı, zulüm ve acı yaşamamış politikacıların, şairlerin, tasarımcıların, müzisyenlerin veya sanatçıların diğer, azınlık, kültürlerin estetik uygulamalarından ilham alarak siyasi ve estetik ajandalar kurmalarına tanıklık ediyoruz.
Ezilen azınlık kültürlerinin acılarının sorgulanabilir uyarlamalarına dayanan siyasi ya da estetik tutum bir kültürel yamyamlığa işaret ediyor.
Bu durum Alman yazar Thomas Mann'ın biblik (İncil'e dair) bir anlatı olan "Joseph ve Kardeşleri"ni pişkinlikle yazmasına benziyor.
Yusuf'un hikayesini anlatır gibi görünse de T. Mann'ın romanı aslında bir Orta Asya ontolojosi kurgusudur. Nazi zulmünün çığırından çıktığı günlerde İsrail oğullarının en güzeli üzerine yazılan bu roman ahlaki bir çelişki de ortaya koyuyor.
Boxer İsyanı'nın sömürge güçleri tarafından acımasızca bastırılmasından birkaç yıl sonra, Gustav Mahler'in bestelemesine izin verildi mi? Onun hakkında yazmasına izin verildi mi?
Thomas Mann şimdi yaşasaydı bugün "Joseph ve Kardeşleri" yazmasına artık izin verilmezdi.
Adonis'in yeryüzüne dönüşü ilk baharın gelişi olarak kutlanır.
Sümer'lerin Tammuz'u, Hitit'lerin Telepinu'su gibi mevsimsel döngüyü simgeleyen tüm mitik kişilikler Adonis ile birlikte dirildiler.
Ama dünyada yürüdükleri yerlerde hâlâ kan izleri var.
(JHK/AÖ)