Bu karenin verdiği duygu, açık bir havada, vapurun yan yüzüne oturup elinizdeki simidi ufalayıp denize saçarken ve martılara yemek ziyafeti verirken özellikle sizin yaşadığınız coşkuyla birebir olamıyor. Gazetede okuduğum haberlerle beraber radyoda söylenen haberlerin bir kısmı bütünleşiyor.
Radyoda okunan haberlerden birine göre, Sarıyer'de biri çocuk aynı ailenin üyelerinden yedi kişinin öldürülmesine ilişkin cinayetin sırrı aydınlanmaya başlıyor. Bu haber, beni önceki güne döndürüyor. "Şişli'de işinden evine dönen bir adamın bıçak zoruyla cep telefonunu alıp kaçan gençler yakalandı; tutuklanıp cezaevine gönderildiler" şeklinde kısa bir yazının gazetede yer kapladığını farz ediyorum. Derken bilindik, iz bırakmayan, özneleri değişse de olayların değişmeyip basını renklendirmekte kullanıldığı bu adli olayın devamının bir parçası oluyorum.
Erkan, yenge, savcı "dayı"
Adliyedeyim. Erkan'ın yanında annesi ve yengesi var. Anne ve yenge, sırtlarını duvara dayamışlar ve çaresizlik içinde bekliyorlar. Anne, çökük ve çelimsiz bir kadıncağız. Erkan'ın abisi, gasptan 12 yıl ceza almış ve cezaevinde yatıyor.
Yenge, henüz 19 yaşında, sevimli, ufak tefek bir kız, saçları örgülü. Erkan'ın babası, Mecidiyeköy'de bir temizlik şirketinde çalışıyor. Ailesiyle birlikte Erkan Kuştepe'de oturuyor. Erkan'ın tuhaf davranışlarını annesiyle konuşunca daha iyi anlıyorum.
Erkan, çocuk tutukevinde altı ay kaldıktan sonra yeni çıkmış. Çıkmasıyla içki içmeye ve hap almaya yeniden başlamış. Onunla konuşurken, halen uyuşturucunun etkisinde olduğu dengesiz tavırlarından anlaşılıyor. Savcının odasına girince, savcı Erkan'a bakıp "Erkan ile tanışıyoruz, daha önce de geldi" dese de bakışları hoş geldin demiyor.
Erkan, ifadesi alınırken, savcıya "dayı" deyip duruyor. Geceleyin bir işyerine girmiş; içerdeyken işyerinin alarmı çalınca polisler tarafından yakalanmış. Savcının odasındayken, ifadesini verdikten sonra dilini çıkarıp gülerek bana bakıyor. Nasıl da uydurdum der gibi bir havası var. Savcının odasından çıkarken savcıya "Dayı, sana meyve suyu ısmarlayayım mı?" diye soruyor.
Savcının odasından çıkar çıkmaz Erkan'ın annesinin merak içinde, soru dolu bakışlarıyla karşılaşıyorum. Savcının tutuklamaya sevk kararı karşısında dehşete kapılıyorlar. Yatıştırmaya çalışsam da etkilemiyor. Anne, Erkan'ın abisinden bahsediyor. "Erkan'ın abisi askere gidecekti, kendi başını yaktı. Askere gidemedi". Sonra cebinden bir çakmak çıkarıyor. Çakmağın üzerindeki boncukla işlenerek dikilmiş "canım annem" yazılı çakmak kılıfını gösteriyor. "Oğlum, cezaevinden gönderdi" diyor.
Kadının gözlerinin etrafında sarımsı beyazımsı bezeler oluşmuş. "Son bir ayda stresten yüzüm bu hale geldi" diyor. Renkli gözlerinden süzülenler yaşamındaki canlılık kırıntılarını gösteriyor. "Ben, Erkan'ın kazanacağı paranın derdinde değilim. Yeter ki çocuğu bir yere yatıralım. Hap almasın bundan sonra".
Aklıma Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı geliyor, beni araması için kartımı veriyorum.
"Gele gide hakimleri tanıdım"
Polislerin getirdiği çocuklarla adliye koridoru bir anda kalabalıklaşıyor. Biri çok kötü dayak yemiş, bir ayağını yere basamıyor ve devamlı topallıyor. Kollarına diğer iki arkadaşı girmiş ve onlara dayanarak yürüyebiliyor. Sorgu hakimliği yapacak olan sulh ceza mahkemesinin önünde bekliyoruz.
Uzun süreli ayakta beklemenin etkisiyle gözaltına kendim alınmış gibi sıkılıyorum. Kalemdeki memurlar sayım işleriyle uğraştıklarından seslere karşı hassaslar. Bütün bu kalabalık, kalabalığın gürültüsü ve bütün çocukların sorguya sevk edilmiş olması ortamı iyice geriyor.
Erkan'ın yengesi, kalemdeki hakime bakıp dudaklarını kıvırarak "Ben, bu hakimi tanıyorum. Duruşmaya, bu hakim girecekse kesin tutuklar. Gele gide hakimleri tanıdım" diyor.
"Bu çocuklar yakalanıyor da ne oluyor?"
Duruşma salonuna giriyoruz. Bayan memur, hakim ve savcının yan yana oturduğu merdivenle çıkılan kürsünün bir ölçü aşağısındaki masasında, bilgisayar ekranın önünde Erkan'ın kimlik bilgilerini yazmaya başlıyor. Ortalıkta hakim görünmediğinden sohbet etmeye başlıyoruz.
"İşler çok yoğun" diye yakınıyor. "Nöbeti devrettiğinizde rahatlamıyor musunuz?" diye soruyorum. "Nöbeti bir haftalığına devredip, boş kaldığımız hafta duruşmalarımızı yapıyoruz" diye yanıtlıyor. "Hep suçlularla içli dışlı olmaktan bıktım" diye yakınmaya devam ediyor.
"Sizler gibi bizde aynı koşullarda çalışıyoruz" diyorum. Hak vererek, "Siz avukatlardan bir farkımız yok. Savcısı, hakimi ve getirilen şüpheli ve sanıklar olmak üzere muhatap olduğumuz insanlar aynı. Bu işin çekilir bir yanı kalmadı" diyor.
Sonra konu getirilen çocuklara geliyor. "Bu çocuklar yakalanıyor da ne oluyor? Serbest kalınca yine suç işliyorlar. Öncelikle ailelerine çocuklarına nasıl yaklaşmaları gerektiğini öğretmek gerekiyor" diyor. Üç yaşındaki çocuğunu bir aile danışma merkezine götürmüş. 5 milyon lira ücret ödeyerek her aile bu hizmetten yararlanabiliyormuş.
"Çocuğumun bakıcısı var. Bütün gün ilgi alsa da bir anne, baba sevgisinin yerini tutamıyor. Biz işten döndükten sonra uyuyana kadar bir günün sevgi açlığını bizimle gidermeye çalışıyor."
Hakimin karşısında
Tam bu sırada, hakim büyük bir öfke ile polislere küfrederek duruşma salonuna giriyor. Duruşmaya başlanıyor. Söz söyleme sırası bana gelince hakimin öfkesini boşaltmak için kolladığı fırsat ortaya çıkıyor.
Ben çocukların yargılanmasına özgü yasaya dayandırarak tutuklama talebinin reddedilmesini istiyorum. Hakim, "Niye bunu savcıya değil de bana söylüyorsunuz? Bu sözleri savcı önünde ifade tutanağına geçirmezsiniz" diye parlıyor.
"Uygulama nedeniyle, savcı söz hakkı verdikten sonra kararını açıklıyor" desem de hakim beni dinlemiyor. Kızgın bir şekilde aynı sözleri farklı cümlelerle söyleyip duruyor. Bu arada Erkan "Çıkabilir miyim?" diye soruyor. Onu da, ona usturuplu bir şekilde küfrederek yanıtlıyor.
Acele bir şekilde dışarıda bekleyen diğer çocuklar ve onların avukatı içeriye alınıyor. Henüz sorgu zabtını imzalamadığım için, "Bekleyin, sizinle işimiz bitmedi" diyorlar. Biraz da onlar beklesin diyerek, hızla aile mahkemesine doğru yöneliyorum. Mahkeme kaleminden açmış olduğum babalık davasının duruşma gününü öğreneceğim.
Erkan serbest
Merdivenlerden aşağıya inmek üzereyken ikinci kattaki kilitli tuvaletin kapısından bir bayan memurun içeri girdiğini görüyorum. Ben de izin isteyerek içeri giriyorum.
İçerdeki kapı bir türlü kapanmıyor. Yan taraftan bayan, "Boşuna uğraşmayın kapılar bozuk, bu nedenle ana kapıyı kilitli tutuyoruz" diyor. "Bu adliyenin bakım, onarım birimi yok mu?" diye soruyorum. Bayan, "Var, fakat denetleyen yok" diye yanıtlıyor. Çıkışta bayan bana sıvı sabunundan ikram ediyor. Teşekkür edip iyi günler diyerek ayrılıyorum.
Ana kapıda Erkan'ın annesini görüyorum. Erkan'ın serbest bırakıldığını söyleyince derin bir nefes alıyor.
Radyodaki haberin içine girince...
Aradan dört gün geçiyor ve Tarabya'da işlenen cinayetle ilgili olarak Sarıyer Cumhuriyet Savcılığı'na atanıyorum. Yani dört gün önce radyoda haberleri dinlerken gözümde canlandırmaya çalıştığım, basından herkesin büyük tepkiler vererek izlediği olayların içinde buluyorum kendimi.
Adliye bölgesinde sıkıyönetim ilan edilmiş gibi. Adliyeye gitmek için her zaman kullandığım yolu kullanamıyorum. Trafiğin akışı kesildiği gibi sivillerin de adliyeye girişi tek yöne verilmiş. Yanımdaki avukat, sivil olmadığı için kimlik göstererek yolu uzatmadan adliyeye ulaşmak istediğini söylüyor.
Buna itiraz eden polislerle avukat arasında ufak çaplı bir arbede yaşanıyor. Polislerin yakalarındaki sicil numaraları okunmadığı ve sicil numaralarını vermekten de kaçındıkları için tekrar yola koyuluyoruz. Soruşturma için zaman yitirdiğimi düşünerek önüme çıkan kaldırımdaki ölü lağım faresi gibi başka engellere de takılmadan ve yağan yağmura aldırış etmeden adliyeye dolanarak ulaşabiliyorum.
Ulaşana kadar, ondan fazla dizili polis minibüsü, kurulan barikatlar, arka arkaya yapılan kimlik kontrolleri nedeniyle soluk alamıyorum. Adliye kapısında cinayet bürodan bir polisin "merhaba avukat hanım" selamı beni tekrar kimlik göstermekten kurtarıyor. Soruşturmayı yürüten savcının kapısında da kuş uçurtulmuyor.
Evrakları inceleyemeyeceğimi anlayınca imdadıma asayiş büro aşamasından itibaren soruşturmayı takip eden avukatlar yetişiyor; sadece öyküyü detaylı olarak öğrenebiliyorum. Silah temin eden adam ile benim atandığım otopark işçisinin feri fail olup olmadıkları tartışmasını ortaya atınca avukatlardan biri fena bozuluyor. Sonradan öğreniyorum ki bu avukat, silah temin eden adamın özel avukatıymış; Adana'dan bu soruşturmayı takip etmek ve müvekkilini tutuklanmaktan kurtarmak üzere gelmiş.
Kelepçelerlerle bezeli dünya
Gözüm savcının kapısında bekleyen polisin elinde tuttuğu kelepçelere takılıyor. Bu kelepçeler, bir gece önce izlediğim "Osama" adlı filmde gördüğüm, Afganistan'da evli kadına takılan demirden bekaret kemerini çağrıştırıyor.
Taliban rejimi altında yaşayan kadın, erkeğin himayesi olmadan sokağa çıkamıyor, hiçbir koşulda bir işte çalışamıyor. Dul kadınlar, iş ve ekmek talebiyle filmde eylem yapınca tutuklanıyorlar; eylemi fotoğraflayan Amerikalı bir gazeteci kurşuna diziliyor.
Özgürlüğü kısıtlayan bu kelepçelerin şu an cinayet sanıklarına takılma nedeniyle, Taliban diktasında yaşamış eylem yapan Afgan kadınlarına takılma nedeni ne denli farklı. Bekaret kemeri ise yine kadının bedenine yönelik ayrı bir saldırı, ayrı bir zulüm. Tüm bunlar, Amerika'nın "demokrasi getirdim" edasıyla Afganlılara karşı gerçekleştirmiş olduğu insanlık dışı saldırının gerekçesi asla olamaz...
Sonra bu düşüncelerden sıyrılmak için karşımda saksıda duran ağaçlara bakıyorum. Birinden aşırdığım küçük bir dal çoktan bir fidan olmuş; evimdeki saksıda büyümeye devam ediyor. Yine de ortamdan uzaklaşmak mümkün mü.
Cinayet Büro'dan öyküler
Baştan beri yanımızda duran Cinayet Büro'dan bir polis, yakın zamanda Cinayet Büro'ya gelen öyküleri bizlere anlatmaya başlıyor:
"...Katil sokakta uyurken, maktul yanına gelip para cüzdanını aşırmış. Ertesi gün, katil arkadaşlarından bıçak dilenmiş. Arkadaşları onu ciddiye almayınca bir kasaba girip, 'işim bitince iade edeceğim' diyerek bir bıçağı ödünç almış. Sonra, maktulün tekrar uyuduğu yere geleceğini düşünerek uyur gibi görünerek geceleyin onu beklemeye başlamış. Maktul yanına gelince 'Çıkar benim para cüzdanımı' demiş. Maktul de 'Para cüzdanını evde bıraktım, Gel benimle sana para cüzdanını vereyim' demiş. Birlikte bir inşaat halindeki binanın bodrum katına girmişler..."
Bu kısmından sonra polis kendi yorumunu katıyor. Fiili livita gibi bir pozisyona girmişler. Kendisi olay yerine gittiğinde toz içinde kalmış, biri kınından çıkarılmış diğeri kıvrılmış iki bıçak bulmuş.
Burada bu öykü, sayısını artık hatırlayamadığım öyküler dizisinin bir parçası olduğundan ve midem artık bu olayları dinlemeyi kaldırmadığından hava almak için adliyenin dışına çıkıyorum.
"Sarıyer, eski Sarıyer değil"
Uzun fakat sık adımlarla yaptığım bir yürüyüşten sonra bir lokantaya giriyorum. Lokantada yemek yiyenlerin hepsi erkek. Servisi yapanların çoğu ise kadın. Lokanta bir kahvehane ortamını çağrıştırıyor. Önümdeki masada oturan grup, duvarda asılı duran sararmaya yüz tutmuş gazete sayfalarında göz gezdirmeye başlıyorlar.
Resimlere bakıp bir zamanlar Sarıyer'den atlı arabaların geçtiğini söyleyip iç geçiriyorlar. Çeşmeli bir meydanın resmine bakıp orasının İstanbul'daki Aksaray meydanı olmadığını, Konya'daki Aksaray meydanı olduğunu söylüyorlar.
Bunun üzerine lokantayı işleten adam elinde yapıştırıcıyla geliyor. Duvardaki sayfaları daha bir özenle yapıştırıyor. Açık duran televizyonda haberler okunmaya başlandığında, NTV kanalının izlendiğini fark ediyorum.
Gemi Kurtarma İşletmesinde çalıştığı üstündeki tulumdan belli olan bir adamın sözleri ilgimi çekiyor. Haberlerde bir hemşireye tecavüz ettiği iddiasıyla gözaltında tutulan ve suçsuzluğu anlaşıldığı için serbest bırakılan bir adamdan bahsediliyor. Bu adamın durumuna büyük tepki gösteriliyor: "Bu adam, mutlaka devletten tazminat talep etmeli, bu onun hakkıdır".
"Bu adamları kim savunur!?"
Tekrar adliyeye döndüğümde, ifade alınmasına hız kazandırılmak amacıyla müracaat savcısının devreye sokulduğunu öğreniyorum. Müvekkilim, otopark işleten Metin Tanış'ın kaçak olarak yanında çalıştırdığı Azeri işçilerden biri. Çınar ailesinden üç kişi Metin Tanış'a ait otoparkta öldürülüyor. Müvekkilim ise çekyattaki kanları temizlediği için delilleri karartma iddiasıyla gözaltında tutuluyor.
Savcının odasına girdiğimde, mekanın, savcının ve memurların tanıdık olması biraz beni yatıştırıyor. Savcı, kısa sürede çok iş çıkarma çevikliği göstererek ifade işlemini başlatıp sonlandırıyor. Bu süre içinde şakaklarından damlalar halinde ter geliyor. Sanık, "Çekyattaki kan lekeleri çıkmadığı için çekyatı kırmak zorunda kaldık. Sonra kırdığımız parçaları büyük çöp poşetlerine yerleştirdik" derken yutkunamıyorum.
Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza" adlı romanında yaşlı ve zengin bir tefeci kadını öldüren üniversite öğrencisi aklıma geliyor. İfade işlemi bitince arkamdan odadan çıkan ve asıl soruşturmayı yürüten diğer savcı, omzuma hafifçe dokunarak "Senin sanığı sorguya sevk ettim" diyor.
Cüppe almak için Baro odasına girdiğimde adliyenin kapanmasına az bir zaman kaldığından odayı tenhalaşmış buluyorum. Diğer avukatlar sabahtan beri cüppe ile dolandıklarından tek cüppeye gereksinim duyan avukat benim. Baro odasındaki bayan, baba mesleğini devralmış odacıya "Bu adamları kim savunur?!" diyor.
"Bunlar münferit olaylar"
Duruşma salonuna, yavaş yavaş farklı rütbeli polisler gelmeye başlıyor. İstanbul Emniyet Müdürü yardımcısı da gelince yanımdaki avukatlar, "Kutlarız, teşkilatınız çok iyi çalışıyor" diyerek minnet duygularını ifade ediyorlar.
CMUK avukatlarının değişen profiline bir türlü ısınamıyorum. Çünkü, asayişteki polisler avukatları "susma hakkını" kullandırmayın diye uyarmışlar; onlar da buna uymuşlar. Hiçbiri bu sanıkların bülbül gibi şakımalarının kuşkusuna düşmemişler anlaşılan veya umursamıyorlar.
Avukatlardan biri "Hacze ne zaman çıksam polis sadece haciz memurunu koruyor avukatları korumuyor" diye müdür yardımcısına söyleniyor. Ben tam da derdini anlatacak adamı buldu diye içimden geçirirken müdür yardımcısı, "Bunlar, münferit olaylardır" diyor.
O böyle deyince avukat daha da hararetle kendi davasını savunuyor. Duruşma salonunun penceresi yağmur damlacıkları ve rüzgarla getirilmiş ve neredeyse camla bütünleşmiş çamurla kaplı.
Yine de daha yukarıya uzanmak için pencereye tutunmuş sarmaşıkların yapraklarını bulunduğum yerden görebiliyorum. Dışardan gelen ışık, pencerenin yüzeyindeki çamurla kırılsa da sarmaşıkların renginin yansımasını içeriyor. Hafif yeşilimsi, loş bir ışık duruşma salonundan içeriye giriyor.
Gözüm penceredeki siyah ve yeşil gölgeler arasında gidip geliyor. Sarmaşıklar daha yaşanılası, doğaya ve insanın hemcinsine zarar vermediği bir dünyayı çağrıştırıyor. Çamurla kaplı cam ise sanki kendimizi bu dünyanın kirliliğine ne denli alıştırdığımızı ve gittikçe daha fazla dünyanın ve toplumun kirlenmesine göz yumduğumuzu işaret ediyor.(EÖ/EÜ)