Birtakım adamlar bu memleketi 'kurtarmaya' giriştiğinde, yani kendi hiddetli arzularını, pek sakıncalı bir vatan-millet diskuruyla darbe diye bir şeye tahvil ettiklerinde, 5 yaşındaydım.
Solcu anne-babanın çocuğu olmak hep bir vicdan azabıyla yaşamak gibi bir şey.
Onların yaşadıklarından -hiç lüzumu yokken- kendini de sorumlu tutmak gibi ya da. Oysa hiçbir şeyden haberim yoktu daha.
O yıllarda, giriş kattaki evimizde koltuklar dururken niye yerde oturduğumuzu mesela, anlamam için büyümem gerekecekti.
Serseri kurşun diyerek naif bir tüle saramayacağımız kadar rotaları planlı, adresi adı gibi bilen kurşunlar güz göğünde yıldız gibi kayıyordu da belki bu yüzdendi pencere hizasında oturmamak.
Çok sonraları, adımın Eylem'den Selen'e değişme sebebini anlamam için de büyümem gerekti.
Büyümek, bilmek demekti. Zihninin çukuruna gömmen gereken en acı bilgiyi ortalık yerde ve hep aynı unutulmazlıkta, ertelenmezlikte yaşaman demekti.
O birtakım adamların birtakım gerekçelerle sözüm ona kaş yapayım derken çıkardığı gözlere insanlığından utanmadan bakamamak demekti.
Haki renkli kıyametlerin anne baba eş dost ya da gazete haberlerinde görülen hiç tanımadığın kadın ve erkeklerin ‘kader’i olduğunu kabullenip bir drama ağlamak değil, bir insafsızlığa ve izansızlığa öfkelenmeyi öğrenmek, mücadelenin ‘bu’ olduğunu idrak etmekti.
Daha adımı bile yazamadığım yıllarda bir neslin üzerinden tanklarla geçen o birtakım adamlardı belki de nice sonra adımı değiştirmeme sebep olan.
70’lerde doğan sayısız çocuğun adıydı Umut, Eylem, Barış, Devrim…
Üniversiteye geldiğimde bütün bunların hesabını sorabilirdim artık. “Bakın bize ne yaptınız” diyebilirdim.
Başına aldığı ‘darbe’yle sarsılıp bir türlü kendine gelemeyen bir neslin devamı olarak o yürek sızılarının mirasçılarıydık ama kaçımız farkındaydı bunun?
Ahmet Taner Kışlalı hocanın, amfide yer bulamayanların yerlerde-kapılarda oturduğu o olağanüstü siyaset bilimi dersinde anlattığı öğrenci hareketlerini, 68 mayısının Paris’ini filan nefes almadan dinleyip ders bitiminde kantinde siyaset dışı her şeyi konuşmaya teşne yüzlerce çocuğun bu halinin sebebi de eylülün 12’siydi kuşkusuz.
Politik aurasını darbeyle yitirmiş bir ülkenin, üstüne bir de Özal dönemi kreması sıvanmış kuşağıydık.
Birer Özal projesiydik. Bilgisayar ve internetle tanışıp uyuştuk, konuşmamaya ve tartışmamaya başladık, her şeyimiz bol boldu, içimiz ise giderek boşalıyordu.
Kim uğraşacaktı siyasetle. İslam yükseliyordu, kapitalizm damarlarımızdaydı, ülke değişiyor ve kendini belleksiz bir yığına dönüştürecek kadar unutuyordu geçmişini.
Proje o harikulade hedefini 12’den vuruyordu: apolitik bir gençlik.
Bugün üniversitede olup da dünyadan bihaber olan, hangi partiye oy vereceğini babasına soran, ekmeğin fiyatını bilmeyen vs. bir gençlik var ve hepsi de o darbe yıllarının ürünü. Memleketin siyasetiyle, edebiyatıyla, sinemasıyla ve aslında hiçbir şeyiyle ilgilenmeyip İngilizce yazılmış/söylenmiş ne varsa iştahla yutuvermeleri de Özal projesinin ‘çıktı’sı.
İsterdim ki bugün üniversite öğrencisi olanlar, hiç yaşamadıkları, hatta belki hiç duymadıkları o ‘siyasi çalkantı’ günlerinin hesabını birilerinden sorsun.
Gazete okurları, Marmaris’te resim yapıp günahlarını –umarım- temize çekmeye çalışarak ölümü bekleyen darbe müsebbibine halen “paşa” demekte bir beis görmeyen gazetecilere laf anlatmaya çalışsın.
Uyduruk dernekler kurup boş vakit değerlendirmek isteyenler, 12 eylülde kapatılan binlerce derneğin hesabını sorsun. Üniversiteye süper arabalarla gidip bütün gününü kantinlerde geçirenler, üniversiteli olamadan asılan 17 yaşındaki Erdal'ın düşlerinin yerine koysunlar kendilerini.
Ve kendi çocuklarının kendi tarihlerini öğrenmelerini sağlasınlar.
‘O’ gün doğan çocuklar bugün 28 yaşında. Doğum günleri kutlu olsun!(SD/EZÖ)
* Selen Doğan'ın yazısını Uçan Süpürge'den alıntıladık.