Kandıra 2 No'lu T Tipi Hapishane'de tutsaklığımın en özgün yanı adli kadın tutsaklarla ilişkim oldu.
Buraya ilk geldiğimde tek siyasi kadın tutsak olduğum için, üç ay birlikte kaldık.
Siyasi kadınlar için ayrıca bir koğuş açıldıktan sonra da spor ve bazı etkinliklere hep birlikte çıktığımızdan ilişkimiz bu kısacık görüşmelerde devam etti.
Bir adli tutukluyla daha ilk karşılaşmada tutsaklık nedeninin sorulmaması gerektiğini; sorulduğunda da genellikle farklı bir hikâye anlatılacağını bu sohbetlerde öğrendim.
Kendilerinden farklı gördükleri ama eşit ilişki kurmaya çalışanlarla çabuk dost olduklarını... Sorunlarını daha rahat paylaştıklarını da...
Siyasi tutsaklarla her karşılaştıklarında "bir şeyler olacak mı, af ne zaman çıkacak" sorusunun değişmez bir tekrar olduğuna da, bu kısacık karşılaşmalarda tanık oldum...
Her fırsatta onların öykülerini sorup öğrenme çabam sürdü. Ve her defasında yeni bir öyküde kadına yönelik şiddetin bir başka biçimiyle karşılaştım...
Hırsızlık, dolandırıcılık ve uyuşturucu dışında en yaygın tutukluluk gerekçesi cinayet ya da cinayete teşebbüs...
Hapishanedeki kadın öykülerinde şiddet mağduru olan kadınların bir noktadan sonra kendilerinin de şiddete başvurduğunu; cinayet işlediğini ya da cinayete teşebbüs ettiğini görüyorsunuz.
Esasında bu durum başlı başına bir inceleme konusu. Ve ne yazık ki, koşullar bana böyle bir fırsat tanımıyor...
Geçtiğimiz günlerde hastane yolunda ringde başlayan, hastanenin mahkûm koğuşu ve geri dönüş yolunda devam eden genç kadının öyküsü kadınlara yaşatılan şiddetin, bir insanı bütün bir yaşamını nasıl mahvettiğinin bir başka örneğiydi.
Doğduğu köyde ilkokul yokmuş. Ailesi yoksul olduğu için yatılı okula gönderilmiş.
"Okulda şiddet gördün mü" soruma "Birazcık" dedi...
İkna olmayıp "Ne kadar birazcık" diye üstelediğimde!
Yanıtı; "Eh işte" oldu...
Başarısız bir intihar girişimiyle bitirmiş ilkokulu.
Sonra mı?
Yoksul bir ailenin parçalanmışlığıyla hayata tutunmaya çalışmış.
Göç ettikleri kentte işe başlamış. Aynı işyerindeki bir delikanlıya aşık olmuş.
Geleceğe dair bambaşka düşler kurarken, bu ilişki felaketinin başlangıcı olmuş... (*)
Geleceği birlikte kurmayı düşündüğü bu adamın tecavüzüne, fiziksel şiddetine uğramış.
Ailesinin yanına döndüğünde tecavüz sonucu hamile kaldığının farkında değilmiş.
Ta ki hastalanıp hastaneye kaldırıldığında durumu anlaşılana değin.
Nasıl olur demeyin?
Cahillik ve korku birleştiğinde, çok bildik şeyleri bile bilinmez kılabilir.
Ve ne olmuşsa kaldırıldığı hastanenin tuvaletinde olmuş...
Ortada ölü bir bebek... Cinayetle suçlanan genç bir kadın... İki farklı adli tıp raporu... Ve o anı doğru dürüst hatırlamadığını söylüyor ısrarla...
Yerel mahkemece doğurduğu çocuğu öldürmekten müebbet hapis cezasına çarptırılmış.
Yargıtay ortada birbirinin tam tersi iki adet adli tıp raporu bulunduğu gerekçesiyle dosyayı bozmuş...
Raporun birine göre cinayetten müebbet hapis cezası verilebilir.
Diğeri ise, bebek ölü doğmuş dediği için kapıları özgürlüğe açıyor...
Şimdi sonucu bekliyor bu genç kadın...
Peki ya "tecavüzcüye (ne) oldu" diyorum.
Nerede olduğunu bilmiyor... Yıllardır yakalanmamış... Daha doğrusu da tecavüzcüyle ilgilenen yokmuş...
Bir ara ringin penceresinden bakıp; "Evimiz buraya yürüyerek 10 dakika uzaklıkta" deyip, derinlere daldı...
"Nereye daldın" dedim.
"Keşke bir kaç saatliğine beni bıraksalar da evime, anneme gitsem. Bahçe de ağacın altında kahvaltı yapsak. Sonra annemin kucağında biraz uyusam ve geri gelsem" dedi...
Şiir yazıyormuş... İnsanlardan hem çekiniyor, hem de uzak duruyormuş... Hep yalnız kalmayı tercih ediyormuş...
Kendi ifadesiyle bebek katillerini adli tutuklular hiç sevmezlermiş. Çoğunlukla şiddet uygulayıp dışlarlarmış.
Mümkün olduğunca gizlemeye çalışsalar da çocuk cinayetinden tutuklandıklarını... Fısıltı gazetesince hızla yayılırmış durumları...
Şiirlerden birkaç tane iç posta yoluyla göndermesini istemiştim paylaşmak için...
"Voltalarım eksik güneşim ise kör
Gelde zulümden beni çıkartsana annem
Mevsimler hep sonbahar kış
Sen benim baharım gelsene annem."
(Adı bende saklı) (FE/HK)
* Bütün bu anlatılarda ne kadarının gerçek, ne kadarının uydurma olduğunu ayırt etme koşulum maalesef yok. Ama biliyorum ki, dinlediğim başka öyküler gibi anlatıcının önemli bir kısmını yansıttığını düşünüyorum.
3 Eylül 2011, Kandıra 2 Nolu T Tipi Hapishane