Bir zamanlar bereket ve ahenk içinde yaşayan, mutlu adalılardı…
Esas geçim kaynakları balıkçılık ve havyar ticareti yasaklanalı beri, nesillerdir yerleşik olarak hayatlarını sürdürdükleri coğrafyada başka bir çıkar yol bulmakta fazlasıyla zorlanmaktaydılar…
Kendi memleketlerinde işgalci muamelesine tabi tutulup başlarının çaresine bakmaları için adeta cebren başka diyarlara yollanıyorlardı…
Adımlarını yaya yaya yürüyen kamuflaj üniformalı, kurşun geçirmez yelekli, tüfekleri göbeklerinin üstünde konumlanmış güvenlik kuvvetleri, yüzlerini de kapkara kar maskeleri ile gizliyorlardı…
Karşılarında birkaç yetişkin balıkçı, çoluk çocuk, kadın ve yaşlılardan müteşekkil bir halk kitlesi olsa da her an kalabalık bir “terörist teşkilatının” silahlı saldırısına uğrayacakmış gibi davranmaları pek bir garipti…
Ne de olsa halkın en sık işlediği suç, yasak olmasına rağmen sadece mersin balığı avlamaktı…
Ağları güvenlik kuvvetleri tarafından bulunduğunda parçalanıyor, balıkçılara hadleri bildiriliyordu…
Suç işleme ihtimali olanları enselemek üzere herhangi bir arama izni ibraz etmeden evlerini gece vakti basıyor, gözdağı veriyor, çocukların korkulu rüyası haline geliyorlardı…
Buna rağmen, bu rutinleşmiş, rahatsız edici ziyaretleri hakkında halktan biri, “Sağlığımız yerinde mi, rahat mıyız, diye bakıyorlar” diyebiliyor…
“Bizi ne kadar iyi koruyorlar görüyor musun?” suali ise “Kime karşı?” sorusunu akla getirirken insan mevzubahis kişinin sesinde ironik bir ton duyduğuna inanmak istiyor…
Çünkü Hazar denizindeki Çeçen/Ostrov adasının vaziyeti hiç parlak değil ve istikballe ilgili en ufak bir ümit parıltısı taşımıyor!
Kuzey Amerika kıtasının en iddialı ve prestijli belgesel etkinliği Canada’daki Hot Docs’ta en iyi uluslararası uzun metrajlı film ödülüne geçenlerde layık görülmüş 92 dakikalık İsviçre yapımı Ostrov - Kayıp Ada (Ostrov - Lost Island) daha önce Nyon’daki Visions du Réel’de seyirciyle buluşmuştu. Yönetmen hanesinde Svetlana Rodina ve Laurent Stoop adlarını gördüğümüz film, Putin’de vücut bulmuş güçlü lider imajının hipnotize etme vasfından yola çıkarak insanların perişan ve bedbaht yaşamlarını pek az tepki vererek nasıl sürdürebildiklerine ışık tutuyor.
Belgesel dili olarak mümkün olduğunca objektif duruşunu koruyabilen film ekibi sade bir anlatımla mesajını zarifçe iletirken seyircinin aklına, “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” atasözü bir kez daha geliyor.
Alkolde teselli var
Rusya’nın Dağıstan Cumhuriyeti sınırları içinde kalan ada adını eskiden balık avlayan Çeçen’lerden alıyor. Sovyetler Birliği zamanında balıkçı kooperatifi, kreş, hastane ve havacılık üssüne sahip adada bugün elektrik bile yok. Rusya hükümeti havyar üretimini tekeline alıp büyük çaplı bir endüstriye çevirdiğinden yerel balıkçılara ve ailelerine hiç şans tanımıyor; çevre felaketleriyle sayıları zaten azalmış balıkların tek birinin avlanması durumunda bile yargılanan balıkçılara ağır cezalar verilebiliyor. Sahil güvenliğe ait muhtelif boyutlardaki su araçları pusuda bekliyor, ilkel imkânlara sahip ahaliye adeta nefes aldırılmıyor.
Tek çareleri kaçak balıkçılık yapmak olan halk, aile büyüklerinin gömülü olduğu adadan göç etmemek için direniyor. Sakin bir hayata alışmış olan adalılar başka diyarlarda ve bilhassa kalabalık ve gürültülü şehirlerde yaşamanın zorluklarına göğüs geremiyor. Yine de gelecek nesiller için bir istikbal göremeyip evlatlarını adanın dışına çıkmaya yüreklendiriyor. Bir zamanlar 3 bin kişinin yaşadığı adada şimdilerde nüfus 50 vatandaş civarında.
Kumluk alanlardan müteşekkil adada kıyamet manzaralarını andıran görüntüler çoğunlukta: Sisli havanın kamufle ettiği metruk evler, terk edilmiş ve kuma gömülmüş paslı arabalar, geven dikenlerine takılmış plastik torba parçaları, şiddetli rüzgârda sürüklenen boş bira kutusu…
Komünist rejimin çökmesinden sonra yavaş yavaş kaderine terk edilmiş acılı bir coğrafyada tek tesellileri içki içmek olan bedbaht insanlar ve her sene sayıları artan çekirge sürülerinin istilası…
Milliyetçilik fayda etmiyor
Filmde Rusya Federasyonu’nun, Nazilere ve dolayısıyla Faşizme karşı kazanılmış destansı zafer anmalarına hâlâ ne kadar ehemmiyet verdiğini de idrak ediyoruz. Adalı arkadaşlarımız gündemi devlet televizyonundan izledikleri için ister istemez devlet törenlerini de başından sonuna takip ediyorlar.
Ahali bir yandan zengin ile fakir arasındaki eşitliği sağlamış olan Lenin’i saygıyla anıyor, yeni neslin Lenin’i tanımıyor olmasından şikâyet ediyor, diğer yandan Putin’e adeta tapmayı sürdürüyor. Varsıllarla yoksulların arasındaki uçurumun günümüzde tekrar arttığından dem vururken köleliğin yakında geri gelebileceğinden bile bahsedebiliyorlar.
Bu arada resmî televizyonda propaganda gırla gidiyor, Rusya’nın Ukrayna icraatı ballandıra ballandıra anlatılırken öfke, nefret ve düşmanlık pompalanarak milliyetçilik azdırılıyor.
Belgesel boyunca bize rehberlik eden yakışıklı ama yıpranmış İvan, aslında imparatorluk mazisini kaybetmemek için çırpınan Rusya’ya bağlılığını her defasında ifade ediyor, Rusya’nın yenilmez olduğunu vatansever bir şevk içinde belirtiyor; Putin memleketi güçlü silahlarla donatmış olduğundan İvan, “Artık korkacak bir şeyimiz yok!” demeye kadar vardırabiliyor işi.
Adada bulunan şehitliğin boyası şanlı hafıza silinmesin diye her sene yenileniyor; kahramanlık destanına pek prim vermeyen çocuklar şehitliğin etrafında mafya ve güvenlik kuvvetlerine özenerek savaş oyunları oynuyor…
Ahı gitmiş vahı kalmış ahşap bir evin penceresinde kırık camın bıraktığı boşluk ince bir plastikle eğreti biçimde kaplanarak kış soğuğuna karşı hazırlık yapılıyor…
Balıkçı lisanslarının devlet tarafından bahşedilmesi yıllardan beri sabırla bekleniyor…
Arada, ağaca tünemiş yetişkin bir adam, tepenin ardındaki sahil güvenlik botlarının hareketlerini dürbünle izleyip aşağıdakilere malumat veriyor…
Lider fetişizmi
Genelde optimist olabilmesiyle seyircide saygı uyandıran İvan’a en çok üzüldüğümüz an ise Rusya liderine yollamak üzere okuma yazma bilen kızına mektup yazdırmaya koyulduğu an oluyor.
İyilik dağıtan lider olarak tanınan Putin’in “Ben işleri hemen halletmeyi severim!” gibi bir iddiası da var ne de olsa; dolayısıyla adanın dertlerine hemen çözüm bulacağına İvan canıgönülden inanıyor.
Moskova’da gayet iddialı ve cilalı bir televizyon stüdyosunda gerçekleştirilen canlı (?) yayında şefkat dolu Rusya liderinin 20 seneden beri su problemi olan bir beldenin halkıyla görüntülü irtibata geçtiğini filmin daha önceki sekanslarında görmüştük.
Suratına sevimli bir ifade oturtmaya çalışan ama pek de başaramayan Putin, merkezî hükümetin temsilcisi yerel bürokratı suçlayarak probleme anında müdahale ediyor; danışıklı dövüşü her haliyle belli eden bürokrattan soruna en kısa zamanda çözüm bulacağına dair söz alıyor; hem köylüler, hem de stüdyodaki seyirciler alicenap liderlerini hararetle alkışlıyor.
Böylesine büyük bir liderin böylesine ufak meselelerle ilgilenmemesi gerektiği söylenince, yüzü epeyce şişkin ve gergin Putin sazı tekrar eline alıyor: “Sıradan insanların endişeleri benim için küçük değildir”i yapıştırıyor (yine alkış).
Ardından, sadaka dağıtmakla meşgul yüce gönüllü liderine çanak tutarken yüksek volümlü sesiyle stüdyoyu inleten sunucu, Putin’e mazisinde utandığı herhangi bir anısı olup olmadığını soruyor. Üçüncü sınıf oyunculuğunu yeniden konuşturan karizmadan yoksun lider biraz da duygulanarak performansına devam ediyor ve ipe sapa gelmez bir anekdotla mağduru oynarken tekrar alkışlanıyor.
Sonuçta o da bir insan, o da hata yapabiliyor, o da şefkatle sarmalanmaya hepimiz kadar muhtaç!
Akabinde adanın sefil yaşantısına tekrar dönüp içkili, şarkılı, danslı yılbaşı kutlamasına dahil ediliyoruz. Putin’den ümit kesilmez şiarıyla, “Bir tek sana inanıyoruz, lütfen bize yardım et” yakarışının da yer aldığı ilk mektubuna cevap alamamış olan İvan’a yakın arkadaşı çare olarak liderine ikinci mektubu yollamasını tavsiye ediyor; peşinden üçüncüsünü… dördüncüsünü… beşincisini…
Ya istanbul Adaları?
İstanbul’un Adalarına yönelik yıkıcı planların gündeme tekrar geldiği günümüzde adaların istikbali için de tehlike çanları çalıyor. Adalar Belediyesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Orman Genel Müdürlüğü Büyük Ada Merkez Şefliği gibi resmi kurumların yanında birçok özel işletmenin insafına terk edilmiş Prens Adaları sanki adalıların elinden alınıp bir lunaparka çevrilmek isteniyor.
İstanbul ve çevresinde tek tek yok edilmiş veya betonlaştırılmış yeşil alandan sonra birileri gözünü, daracık yüzölçümüyle adalara dikmiş vaziyette.
Coğrafi olarak adaların doğasında olan klostrofobik yapı yok sayılarak günübirlikçi binlerce insanın küçük çıkarlar uğruna adalara yığılması planlanıyor. Bir marka olarak İstanbul şehri uluslararası çapta pazarlanırken kendine has özellikleri olan adalar adeta sıradanlaştırılmak isteniyor.
Şu anda bile çevreye duyarsız insanların çöplerini sağa sola atarak kirlettiği, yasak olmasına rağmen ormanın yanmaya fazlasıyla yatkın noktalarında ateş yaktığı veya mangal sefası yaptığı adalarda her sene birden fazla yangına zaten mani olunamıyor. Küçücük de olsa insan elinin değmediği tabiat alanlarının değerinin farkında bile olmayan şuursuz yöneticiler muhtelif noktalarda turistik tesisler kurarak adalarda zar zor tutunmakta olan yaban hayatını da gözden çıkarmış vaziyette. Adaya gelenlerin bulmaktan memnun olduğu nispeten doğal yapı, tesislerle donatıldığında buranın şehirden farkı kalmayacağı gibi, kısıtlı alan dinamiği yüzünden kısa zamanda adaların kendini tüketeceği kesindir.
Yangına müdahale mazeretiyle mütemadiyen artırılan, patikayken araçların geçebileceği hale getirilen, genişletilip asfaltlanan yollarda, tepelere inip çıkan dik yokuşlarda bundan sonra otobüsler, taksiler, yukiler yeni kazalara yol açacak, agresif kamyonların cirit attığı adalardan Büyükada’da geçenlerde yaralanan Leyla Özalp vakası gibi olaylar hızla artacaktır.
Bir Batı ülkesinde olduğu taktirde botanik bahçesi özeniyle korunması söz konusu olan ada makilik ve ormanlarına, uçsuz bucaksız dağlık bir bölgedeki büyük ölçekli orman muamelesi yapmak işgüzarlıktan başka bir şey değildir.
Adalara bir mücevher gibi muamele edecek bilinçli ve vasıflı personel niye tahsis edilemiyor?
Geleneksel ada kültürüne aslında sahip olunmadığı için mi, yoksa adanın kadim halkı buralardan çoktan sürüldüğü için bir lanet mi var?
Yoksa yıllar önce parsellenmiş ve yandaşlara peşkeş çekilmiş mıntıkalarda, yangından mal kaçırırcasına altyapı hazırlığına başlanmış olmasın?
Özellikle İstanbul yaşanmaz hale geldiğinden beri, kocaman bir şehrin yanındaki vaha kimliğiyle hem Türkiye’de hem dünya çapında tanınmış adaların bu özelliği ortadan kalktıktan sonra değeri fazlasıyla düşecek, bir beton yığınına dönüşecek ve akabinde yaşanmaz bir enkaz haline gelecek; bu yıkıma sebep olan yöneticiler de tarihe adaları harcamış, müsrif, bencil ve nankör bürokratlar olarak adlarını kazımış olacaklar (acaba umurlarında mı?) (MT/AS)