Mihal Şişko'yu tanımıyordum ama yine de cenazesine katılmaya karar veriyorum. Ahbabı olan babama eşlik etmek, Burgaz'daki monoton yaşamından birkaç saatliğine de olsa yaşlı ebeveynimin uzaklaşmasını sağlamak esas amacım.
Ayrıca tepesi anten ve vericilerle kuşatılmış, betonlaşmış, üstelik ormansız olduğu için diğer adalarda oturanların küçümsediği Kınalı'yı yıllardan sonra, Mart ayının ıssızlığında ziyaret etme fikri bana cazip geliyor.
Kınalıada'yla ilgili anılarım, küçücükken annemle birlikte ahşap bir köşkte oturan arkadaşı İro'ya yaz ziyaretlerimiz ve adanın arkasında babamın Marmara Denizi'nden çıkardığı son ıstakoz.
Kış tarifesinde her zamanki gibi sık sık vapur olmadığı için adaya erkenden ayak basıyoruz. Babam muhtemelen 70 yıl kadar önce futbol oynadığı sahayı bana gösterirken daha dünmüş gibi heyecanlı.
Çarşıda, bir zamanlar beraber balık avladığı Garo'ya rastlıyoruz, gayet halsiz görünüyor. Adadaki yalnızlığını bertaraf etmek ve eski günleri yadetmek için evine yeni bir piyano aldığını söylüyor; çok seviniyorum, ne de olsa bu karşılaşmadan birkaç ay sonra onun da ölüm haberini alacağımızdan bihaberim.
Mihal'in yıllar boyunca zangoçluk yaptığı kiliseye yollanıyoruz, İstanbul'dan gelen, ayini yönetecek papaz ve cenazeye katılacak kalabalık insan topluluğu uzun bir süre sonra sökün ediyor. Yakalarımıza iliştirdiğimiz fotoğrafları görünce Mihal'i simaen tanıdığımı anlıyorum, şen şakrak ve gayet konuşkan bir kişilik olarak hafızama kazınmış.
Ayin tam başlayacakken güneş, puslu sabahın etkisinden sıyrılıp ışıldamaya başlıyor, kilisenin avlusunu aniden terk edip adanın tepesine tek başıma çıkmaya karar veriyorum. Şimdiye kadar sadece vapurdan baktığım Neoklasik tarzdaki Hristos Manastırına hızla ulaşıp, oradan adanın arkasına iniyorum.
Kaya ve çakıllarla süslü sahil yolunda yürürken önce martılara sonra da bazı kedilere ve köpeklere rastlıyorum. Fenerbahçe açıklarından gelmekte olan gemiyi takip ederek sessiz sokaklardan, bomboş yazlıkçı evlerinin arasından yavaşça iskeleye ulaşıyorum, akabinde babam ve bir iki Burgazlı'yla birlikte Kınalı'yı terk ediyoruz.
Komşu adayı hüzünlü ziyaretimizden bir sene sonra İstanbul Film Festivalinin programında Mihal'e tekrar rastlıyorum. Yönetmenliğini Handan Erdil'in yaptığı Son Yaprak adlı belgesel Mihal'e saygı duruşunda bulunuyor, Kınalı'da yaz kış oturan son Rumun her şeye rağmen neşesini, geçmişe özlemini ve azınlıklara yapılanlara dair sözünü sakınmayan dobralığını birebir yansıtarak.
Mütevazı belgesel
Son Yaprak (Fragman) / The Last Leaf (Trailer) from Handan Erdil on Vimeo.
Cumhuriyet tarihinin büyük bir bölümünde, millî Türk kimliğine tehdit oluşturduğu düşünülen Rumlar, diğer azınlıklar gibi "iç mihraklar" olarak aşağılandı, ötekileştirildi, düşman ilan edilerek toplumsal histerinin hedefi haline geldi. Mallarına ve paralarına el konduğu gibi, sürüldükleri veya linçe maruz kaldıkları dinamikleri de yaşadıktan sonra zararsız olduğu düşünülen bir sayıya düştüklerinde ise, hayvanat bahçesinde teşhir edilmekte olan nesli tükenmiş unsurlar gibi nostalji nesnesi haline geldiler.
Yönetmen Handan Erdil bu hastalıklı bakış açısından uzak durmayı başarıyor. Kahramanıyla kurmuş olduğu samimi ilişki sayesinde bizi içi hâlâ kıpır kıpır olmasına rağmen, değişen şartların zoruyla pesimist bir birey haline dönüşen Mihal'in dünyasına zarafetle dahil ediyor.
Adanın kış halini tüm kasveti ve hüznüyle yansıtmaktan çekinmeyen Erdil, Mihal'in anıları sayesinde Kınalı ve tüm İstanbul'un Rum ahalisinin yoğun olduğu dönemin sona ermesiyle neleri kaybettiğimizi de hissettiriyor.
Sakız Adasının neşeli ruhunu genlerinde taşıyan Mihal Şişko, yardımcısı ve yoldaşı Ayşe ile kiliseyi ayine hazırlarken asırlar boyunca bu topraklarda yaşamış kadim kültürün son temsilcilerinden biri olmanın bilinciyle işine elinden geldiğince sarılıyor; aynı zamanda kendisinden sonra bu görevi yürütecek insanların yokluğundan dolayı yaşadığı kaygıyı algılamamak ne mümkün!
Konuya duygularıyla sarılmış gibi görünen Handan Erdil de, sanki tarihe dur demek istercesine kaybolmakta olan bir hazineyi telaşlı bir tanıklıkla sabitlemeye çalışıyor.
İlerlemiş yaşına rağmen Mihal güçlü sesiyle ilahileri gümbür gümbür söylemeye devam ediyor, sözlerini unuttuğu durumlarda bir çocuk gibi ağlayabiliyor. Aide to malono şarkısını nefesi ve hafızası yettiği kadar icra ediyor, 6-7 Eylül 1955 olaylarını aradan hiç vakit geçmemişçesine aktarıyor.
Bir zamanlar "gâvur"lara karşı ayaklandırılan güruhların günün birinde çok daha geniş kitlelere yönelebileceği kimin aklına gelirdi?
Adalarda vaziyet
Adalarda Mihal'ler azaldıkça güzelim ahşap teknelerin yerini, cam elyaftan yapılmış kişiliksiz sanayi ürünleri aldı. Müstakil ahşap evlerin yerine beton apartmanlar tercih edilir oldu. Yolları kaplayan krem rengindeki ince beton tabakasının üstü her sene kalınlaşan asfalt tabakalarıyla örtüldü.
Çöpler adaların dışına çıkarma gemisiyle taşınıyor olsa da inşaat ve bahçelerden kalan atıklar adanın az uğranan köşelerine yığılmaya devam edildi.
Kıyılar dolduruldu, iskele üzerine iskele inşa edildi, sahiller tabiatın doğal şekillerine aykırı olarak genişledikçe genişledi.
Deniz ulaşımıyla ilgili iskelelerden yapılan ve neredeyse tüm adaya yayılan anonsların volümü de, sıklığı da arttı. Megafonlardan yayılan belediye duyurularının içeriği çoğu kez anlaşılmasa da sessizliğe alışkın adalıları faşizm sultasındaki bir kasabadaymışçasına teyakkuz psikolojisine yöneltti.
Sukûnet, bazılarının gereksiz yere derin düşüncelere dalmasına sebep oluyordu sanki! Belki de halkı sık sık, çeşitli şekillerde uyarmakta fayda görülüyordu…
Elektrikli araç enflasyonu
Muhtaç olanlara verilmesi öngörülen izinlerin kapsamı genişledikçe elektrikli araçlar yolları istila etmeye başladı. Yüzölçümü 1,5 km2 olan Burgazada'da bile veliler, evleri ile ile okul arasındaki mesafede yürümelerine imkân tanımayarak çocuklarını golf arabaları ve benzer araçlarla taşır oldu.
Doğada gezmeye çıkanlar kolaylıkla eriyen kâğıt mendillerden sonra moda olmuş ıslak mendilleri kullandıktan sonra hoyratça etrafa saçtılar; özellikle küçük pet şişelerini çöp kutularına taşımaktan imtina ettikleri gibi kuruyemiş ambalajlarını, cips poşetlerini, sigara paketlerini de tabiatın insafına terk ettiler.
Pikniklerini tamamladıktan sonra atıklarını olduğu yerde bırakıp gidenler çoğaldı, bazıları çöplerini plastik torbalara doldurarak oracıkta bırakıverdi. Her an alev alma tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz çam ormanlarının kıyısında, hatta tam ortasında mangal ateşleri yakılmaya devam edildi.
Vakıf arazilerine kondurulan mekânlar zamanla meşrulaştı, parke taşlarının döşenmesiyle mıntıka resmen mahalleye dönüştü.
Yassıada'nın 15 Temmuz sonrasında uzun süre duraklayan inşaatında katlar hızla yükselmeye başladı, oradan Burgaz'ın su iskelesine gidip gelen köhne çıkarma gemilerinin gürültüsü adanın yerleşim alanında tekrar yankılanmaya başladı.
Doğayı beton ve asfalta boğmak
Osmanlı döneminden beri Heybeli'de Ortodokslar'a hizmet vermekte olup, adına "Domuz" Manastırı sıfatının uygun görüldüğü manastıra el konmaya çalışıldı.
Büyükada'ya seneler önce açılan yangın yollarına, SİT alanı için gerekli izinler alınmadan asfalt dökülmeye başlandı.
Burgazada'ya hâkim, devasa bir mezarlık yapıldı. Etrafı betondan gayet geniş bir yol, sağlam bir duvar ve Osmanlı şaşaasına özenen yüksek parmaklıklarla kuşatıldı. İçi parke taşları, kaldırımlar ve merdivenlerle süslendi, mıntıkanın çetin tabiat şartlarına direnmesini dilediğimiz bazı ağaçlarla da.
Yeni mezarlığa çıkmak için en kısa toprak yolu asfaltla döşemek yetmemiş olacak ki, adanın ta arkasından ormanın içinden geçen ikinci bir güzergâha da asfalt döküldü. Mezarlığın önündeki kavşak yine asfaltla gelişigüzel yamalanırken eğreti bir meydan yaratıldı, inşaattan kalma ilkel tuvalet, su deposu ve konteynırla küçücük adaya İBB damgası vurulmuş oldu. Cenazeler peş peşe gömülmeye başlandı, çiçekler kuruyunca, ahşap çıtalar dışında plastik ve madeni aksamdan oluşan çelenklerin iskeletleri, makilik çöplüğün ta kendisiymiş gibi çevreye atılmaya başlandı.
Rumlar'ı hatırlatan Hristos Tepesi'nin Türkçe tercümesi İsa Tepesi değil de Bayraktepe dediğimiz yerin adını şerefle taşıyan madeni "Al Sancak" özenle ışıklandırılmaya devam edildi; fakat paslanıp kopan sağ üst köşesinde bir seneyi aşkın süredir yeller esmesine rağmen tamir geciktikçe gecikti.
Rumlar’dan kalan malların üstüne çöreklenmek üzere onyıllardır bekleyen kesim milliyetçiliğinden ödün verip yeni değerlere öncelik vermiş olabilir miydi?
Mihal tam zamanında gitmiş galiba...(MT/NV)