Ben hiç Çukur izlemedim. Hatta dizilerle aram o kadar kötü ki, en son bıraktığımda Nebahat Çehre ile Burhan Altıntop bir yol yalısında birbirlerine kaş göz deviriyorlardı. Ya da bu sahneyi ben icat ettim, çarpık belleğimde. O derece kötüyüm. Dolayısıyla, Adamlar’ı Çukur sayesinde bilenlerden değilim.
İlk duyduğumda da Adamlar diye grup ismi mi olur, dedim tabi. Adam olmak, erkeklik konuştuğumuzda da sürekli gündeme geldiği gibi, 2010’lar Türkiyesi varoş kültürünün bir diğer alamet-i farikası. Eskiler lümpen kültür der; sosyologlar gecekondu kültürü derdi, dolmuşçu ya da arabesk altkültür de denmişliği vardır hatta. Adamım, adamsın, adam falan bana sadece bunu çağrıştırıyor, ama belki tersten düşünüp “guys”tan çevirmişlerdir. Kim bilir?
Kimsenin benim biyografik zevklerimi ve labirentvari eğilimlerimi merak etmediğini biliyorum; bir yere varacağım. Adamlar’ı epeyce genç bir arkadaşıma “ne dinliyorsun” soruma cevap verdiğinde öğrendim. O saniyede bu cevabı duymamazlıktan gelecekken, şeytan dürttü, ciddiye alıp dinledim, dinlendikçe de başka alemlere uçtum. Bu alemler de bana bir şeyler anlattı.
Gerçeklerle Yüzleşme 101: Bir kere ben ve benim gibiler, aşırı cahil kaldık (hayır, bir gecede değil). Popüler müzik ve baronları, ellerindeki sıkı sıkıya yapılaşmış endüstri imkânlarını kaybetti. Neydi bunlar: Plakçılar, yapım şirketleri, klip gösteren yarı mafya televizyon kanalları, bütün arkaikliği ve kendini farkında olmayan nostaljisi ile radyolar, çürümüş günlük gazeteler ve müzik dergileri, ve elbette “ne çıkmış?” diye bakınabildiğimiz müzik marketler. Ah en masumları da bunlardı.
Biz hala televizyonda klip mi çıkmış, CD mi dağıtılmış falan derken; film bir yerde koptu. Ne fiziksel CD kaldı, ne zaten hiç bir işe yaramamış, muhtemelen olumlu olabilecek gidişatları bile itinayla bozmuş o meşum müzik kanalları. Bana göre “bir sonraki” olan kuşak, youtube’dan ve belli youtube kanallarından klip de izliyor, itunes’tan ve spotify’dan şarkıları-albümleri de dinliyor. Gazeteleri zaten çoktandır hak etmiş oldukları çöp tenekesine fırlattılar (yazık o kesilen ağaçlara); müzik CD’leri de en az plak kadar nostaljik. Plak en azından havalı, CD’de o da yok hem. Rengi mat bile değil!
Bir de Gezi oldu! Gezi direnişi, malum, herkesin ezberlerini bozdu, hala da bozuyor, kekeletiyor koca koca yaşlı ve başlı insanları. Siyasal neticeleri ayrı bir mesele ama kültürel etkileri de çok derinlere sızdı, dallandı budaklandı. Adeta kendi şarkıcı ya da grup neslini getirdi, çoğu eskiyi de sildi süpürdü. Maskeleri indirdi, kimini rezil etti; havayı doğru okuyanı aldı göklere çıkardı. O da apayrı bir konu.
Türkçe sözlü müzikte, ezelden beri drama sevegelmişiz biz. Laf vardır hatta, “bu millet ya ağladığı şarkıyı sever, ya oynadığı.” Dramatik müzik—icra edildiği “türünden” bağımsız olarak, mebzul miktarda krallarını ve kraliçelerini doğurdu ve besledi onyıllar boyunca. Tabi bu kralların ve kraliçelerin de klası var, avamı var. Ama hepsi yaptığı işi, terennüm ettiği şarkıyı, anlattığı o imkânsız aşkı, sunduğu vitrini ve iklimi ciddiye almak zorundalar. Șakaya gelir yanı yok(tu). Neyse ki birden çürüdü.
Dramatik müziğin karşısında belli bir tür cool müzik de hep varolagelmiş aslında. Uluortaya çıkamamış, pek de anaakımlasamamış, geniş kitlelere mal olamamış çok sayıda ve çok saygın temsilcisi var elbette. Yoksa Fikret Kızılok da, Hümeyra da, Zülfü Livaneli de, İlhan İrem de cool’dur. Ama belli bir mizah duygusunu yaratmak ve yaymak, benim burada kast ettiğim tarzdaki cool müziğin olmazsa olmazı. Henüz tümden bozulmadığı dönemlerdeki MFÖ [Mazhar Fuat Özkan] ve kendini TRT programına adamadan önceki Barış Manço’da cismanileşen bir cool’luğun attığı temeller üzerine, 90’larda örneğin Özlem Tekin, Athena ve Duman devam ediyor.
Bu oyunda, kendini ciddiye almamak, aşktan gamdan yanıp kavrulmamak, ego krizleri geçirmemek, adını en üste yazdırmamak, saçının bir teli bile kalksa sahneye çıkmamazlık etmemek, dinleyiciye velinimetimsiniz falan çekmemek elzem. Yani “tekrar pardon, kendim.” Bence Gezi’nin bir etkisi, cool olmayan müziği ve temsil ettiği starcıkları sert şekilde yaftalayıp gündemden çıkarması oldu. Ciddiye alınabilirlik ve anlamlandırılabilirlik sınırlarından bahsediyorum, ötesi “ne diyo abi bu?”
Bir diğer konu da elbette melezlenme, ya da hibritleşme. Biz onyıllar boyunca tür ve tarz sadakatine takıntılı yaşadık. TRT’nin de marifetiyle müzik kompartmanlaştı ve taşlaştı. Deneme yapmak, oynamak, bozmak, ödünç almak, kolaj neredeyse suç sayıldı. Bugün ise melez olmayan bir müziği arayın ki bulasınız.
İşte Adamlar’ın albümü Dünya Günlükleri (süper bir isim): içinde yok, yok. Rock’ın farklı akımları, popun iyi tarafları, elektronik, hip-hop, Anadolu folk, arabesk ve niceleri.
Daha myspace falan varken, 2010’da "Halimden Konan Anlar" adıyla kurulan ve bir takım evrimler geçirip 2013’te soundcloud evrenlerinde Adamlar’a dönüşen bu oluşum, 2014’te Eski Dostum Tankla Gelmiş’i (awesome) ve 2016’da da Rüyalarda Buruşmuşuz (bu da) albümlerini yayınlıyor. 2018 Ağustos’unda muhteşem single’ları Hikaye ve geçen ay da bu şarkının da içinde olduğu albüm Dünya Günlükleri geliyor.
Eski hayranları, ilk iki albümü daha iyi buluyor gibiler. Ama işte bu kuşaklar ve zamanlar ötesi bir bağlılık biçimi galiba, bizdeki “eski Sezen”, “eski Nükhet” takıntısı ve özlemi gibi. Bir vakit geçmiyor.
Oysa zaman da geçer; şarkı da akar gider elbet. Hem öğrendim ki, Adamlar aşırı popüler bir konser grubu. Bu üç albümü sayarken gidenlerin anlata anlata bitiremediği canlı konser hallerini ihmal etmemek gerekiyor. İlk yakaladığım yerde ben de gideceğim. Açıkhava’da olmayacak tabi, sigaralı-dumanlı bir ortama girmek mecburi gibi. Ama Adamlar’a ve şarkılarına değer!
Hikaye’nin klibi aşırı İstanbul, Balat-Çukurcuma-Tarlabaşı görsel dünyası ihtiva ediyor. O çatılarda şarkı söyleyenler, dans edenler nicelerimizi epeydir baysa da, bence o klipte belki de biraz ıskalanmış bir dil, bir potansiyel damar var. Birisi ekşisözlükte “semt çocukları” demiş, işte öyle bir tavır, dil. Bu albümün çıkış şarkısı (yine muhteşem) Yoruldum’un klibi ise hiç “istanbulamadıklarımızdan”; Zak Abel’in Unstable’i gibi, sanki. Ait değil, böyle çok güzel.
Burada teker teker şarkıları analiz etmeye uğraşmayacağım (kasmayacağım). Yoruldum ile Sarılırım Birine tüm ölçütlerde bir adım önde olsalar da şarkılar bütün içinde daha iyi oturuyor ve birbirlerini tamamlıyorlar. Hem benim dimağımdaki konvansiyonel tabirler ve kategoriler bu şarkılara, bu müziklere uymuyor, yersiz ve yetersiz kalıyor.
Düzenlemeler kalabalık, gürültülü, değişken, yaratıcı ve sürprizli. Sözler tersten yazılmış şiirler gibi, sanki çıldırmış şairlerin yiten mısraları; yadırganabilecek laflar da var, durup durup tekrar söylenecekler de. “Solist” Tolga Akdoğan’ın sesi çok farklı yerlerde, çok farklı vazifeleri pırıl pırıl ifa, ifşa ve icra ediyor. Seksi, sert, yumuşak, müşfik, acılı ve neşeli bir ses!
Adamlar, temsil etmeye yeltenmedikleri, bir ağızda genelleyemeyeceğimiz bir müziği kulaklıklarımızın içine teklifsizce taşıyıveriyor. Önyargıları bir an için boşverin ve dinleyin; bırakın sizi de kolunuzdan tutup Fas’a götürsünler işte. Dönüş yolunu nasılsa biliyorsunuz; hem nereye, ne kadar kaçabiliriz ki zaten.
Adamlar / Dünya Günlükleri / Garaj
Grup elemanları: Tolga Akdoğan, Berkan Tilavel, Gürhan Öğütücü, Emre Malikler, Emir Ongun