Fotoğraf: sosyal medya
6-7 Eylül 1955 Pogromu'nun bugün ve yarın 65. yılı. 3 Eylül’de A Haber muhabiri Büyükada yolunu tutuyor.
Muhabir "Türk-Yunan gerilimi" hakkında fikirlerini almak için Büyükada’da yaşamakta olan "Rum vatandaşları ile görüşmeye gittiğini" açıklıyor yolda, arkasına Ayasofya’nın da içinde olduğu Tarihi Yarımada’nın görüntüsünü alarak.
İstanbul’da, kendi ifadesiyle “Rum asıllı Türk Vatandaş” bulabileceği başka yer kalmadığını biliyor. Tekne iskeleye yanaşıyor. Mikrofonu ilk uzatacağı kişi iskelenin girişinde, kitapçıda.
Muhabir soruyor: “Türkiye ile Yunanistan arasında bir gerilim var. Yunanistan Adalar’ı silahlandırıyor, bir gerilim oluşturuyor, ne diyorsunuz bu konuda?”
Karşısında, nesillerdir Adalı-İstanbullu Rum bir aileden yaşı 65’lerinde biri. Hafif bir tedirginlik ama kendinden emin bir tonla, “bu gerilimden bir şey çıkacağını düşünmüyorum” diyor.
Muhabir sıkıştırıyor: “Peki Yunan yetkililerine ne söylemek istersiniz?”
Yanıt yine serinkanlı: “Her iki halk barış istiyor, savaştan bir şey kazanılamayacağını biliyor. Ben her iki hükümete de barış tavsiye ediyorum.”
Muhabir bir başka kapıya yöneliyor.
Bu defa ziyaret bir eve. Evde yine eski Adalı bir Rum aile. Kadın ilk görüşmeciden daha tedirgin. Yüzündeki ifadeden, sesindeki zayıflıktan belli. Aynı tehditkar soru devam ediyor.
"Yunanistan Lozan’ı ihlal ediyor" diyor muhabir, "Adalar’ı silahlandırıyor. Ne yapmak istiyor Yunanistan?"
Kadın “bir şey diyemiyoruz yani, çocuklarımız da Rum okullarında okuyor. Gidip geliyoruz. İnşallah her şey yoluna girer” diyor.
Her şey yoluna girmezse başlarına geleceği biliyor çünkü, geçmiş deneyimlerden.
Muhabir mütecaviz: “Peki sıcak bir temas olsa, yani savaş çıksa kim kaybeder”.
Sanki Türkiye-Yunanistan futbol takımları karşılaşacak da, kim kazanır diye soruyor, o kadar rahat. Bugüne kadar buna benzer sorular her platformda soruldu çünkü.
Türkiye’de yaşayan Rumlar’ın vatandaş olarak bağlılıklarının – yükümlülüklerinin bir testi gibi. Kadın ne desin, boynunu büküp “Yunanistan zararlı çıkar tabii” diyor.
Soru bir başka kapıda aynı minval devam ediyor: Yunanistan ile Türkiye arasında savaş çıkarsa kim kaybeder?
Ve yine aynı yanıt: “Yunanistan tabii ki. Hem nüfusu hem ordusu küçük. Miçotakis aklını başına alsın. Destekçilerine de güvenmesin.”
Misyon tamam. Muhabirimiz mutlu mesut programını tamamlıyor.
Editör masası da videoyu yayına koyuyor: “İstanbul'da yaşayan Rum vatandaşları uyardı! “Yunanistan aklını başına alsın” başlığıyla.
İstanbul’da sayıları 2000’in altına düşmüş, çoğu 65 yaş üstü Rumların bilincinde şu anda yaşanmakta olanların da, konuşulanların ve sorulanların da anlamı çok farklı.
Türkiye’de azınlık olmak, hele Rum olmak bambaşka bir algıyı çalıştırıyor bilinçlerde. Çünkü buna benzer sorular, ithamlar karşılarına bolca çıktı 65-70 yıldır. Öncesi de var ama kendi yaşam deneyimleriyle örtüşenler daha oldukça sıcak ve güncel.
Selanik’te Atatürk evinin bombalandığı yalan haberiyle 6-7 Eylülde evleri, işyerleri dini mekanları yağmalandı, yaralamalı, tecavüzlü ölümlü lince varan saldırılar yaşandı. 1964 Kıbrıs’ında adadaki Rum milliyetçilerinin Türk azınlığa karşı giriştikleri saldırıların faturası yine İstanbullu Rum azınlığa çıkarıldı.
Tehdit edildiler, sürüldüler. 1974 Kıbrıs’ında Sampson darbesiyle başlayan ve Türkiye’nin adaya asker çıkarmasıyla devam eden gelişmeler sonrasında da başlarına gelenleri biliyoruz.
Fazlasıyla yazıldı çizildi.
1980’lere gelindiğinde sayıları bir zamanlar yüzbinleri bulan Rumlardan geriye binler kalmıştı. Sayıları azaldı ama yine tehdit altındalar. Yine sınanmaya, test edilmeye devam ediliyorlar. O yüzden, Hrant Dink’in çok güzel ifadesiyle güvercin tedirginliği içindeler. Yine mi aynı şeyler olacak korkusuyla.
A Haber muhabirinin niyeti habercilik yapmak değil. Haberi, manipülasyonla propaganda malzemesi haline getirmek. Haber kanalının misyonu da bu.
Bu tarz haberciliğin iletişim adı altında patronluğunu yapan kişi, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi ardından otaya çıkan uluslararası tepkilere karşı yine İstanbullu Rumlara, azınlıklara çevirtmişti kamerayı ve bir propaganda videosu hazırlatıp servis ettirmişti daha bir ay önce.
Ne desinler görüşülen İstanbullu Rumlar: “Türkiye’de çok mutlu mesuduz. Kendimizi tehdit altında hissetmiyoruz. Dinimizi özgürce yaşıyoruz. İbadethanelerimiz devlet korumasında.”
İşi biliyorlar yani. Kime gideceklerini. Kime, nerede yaşadıklarını hatırlatacaklarını. Seslerini yükseltirler, aykırı bir şey söylerlerse başlarına ne geleceğini.
Gazete Pencere’nin 6 Eylül günü yayınlanan nüshasındaki Pazar ekinde Emre Tansu Keten yazmış: “2018 yılında kurulan T.C. İletişim Başkanlığı ve onun başında bulunan Fahrettin Altun’un propaganda faaliyetleri sıklıkla Nazi Almanya’sının propaganda bakanı Goebbels’in yaptıkları ile karşılaştırılıyor, Altun’un iletişim stratejisi oluşturma konusunda bu isimden yararlandığı ima ediliyor. Bu karşılaştırmada kısmi de olsa bir haklılık payı var.”
İletişim Başkanlığı’nın son propaganda ürünü, “Kızıl Elma” videosuydu. Seyredince insanın bu kadarına da pes diyeceği türden bir ürün. Ama sorun yok. Önemli olan propagandanın beklenen kesimlerde, beklenen karşılığı bulması.
Ama bir sorun var. Keten de onu belirtiyor: “Evet, Altun, Goebbels’in temellerini attığı bir yöntemin araçlarını kullanmak için çabalıyor. Ama Goebbels yükselişte olan ve tarihi avantajlarla güçlenmiş bir siyasi akımın anlatısını kurarken, Altun düşüşte olan ve dezavantajlarla mücadele eden bir iktidarın destanını yazmaya çalışıyor.”
Bunu biz biliyoruz da, gelin bunu yüzlerine mikrofon uzatılan, kamera tutulan, tehditkar test sorularına yanıt vermek zorunda bırakılan bir avuç İstanbullu, Adalı Ruma anlatın. (HB/APA)