Kürt sorunuyla ilgili alışık olmadığımız bir süreçten geçiyoruz. Haliyle herkesin kafası karışık, kimse ne olacağını kestiremiyor.
Ezber bozulduğu için taraflar hangi yöntem, söylem, eylem ve politikayla sürece dahil olacaklarını kestiremiyor. Kimi zaman sınama kimi zaman belirsizliğin hakim olduğu, dengelerin yeniden oluştuğu bir süreç.
Söylem değişiyor "kadın da olsa çocuk da olsa gereği neyse yapılacak", "söylediklerime karşı çıkanın bu ülkede yeri yok, buyursun istediği yere gitsin" diyen başbakan Erdoğan, Şivan Perwer'i, Ahmede Xani'yi grup toplantısında anıyor, sahipleniyor ve "bizi düşman eylemek kimin haddine" diye çıkışıyor.
Değişmeyen tek şey, adaletsizlik
Benzer şekilde Bahçeli'ye "Alparslan'dan, Mustafa Kemal'den daha mı milliyetçisiniz" diye kızıp milliyetçilik dersi veriyor. Uygulama boyutunda da şaşırtıcı gelişmeler oluyor.
Türkiye'ye Kandil'den, Maxmur'dan gelen insanlar yakalanmıyor. Ama bu gelişmelere rağmen değişmeyen bir şey var: Adaletsizlik.
Adaletsizlik sorunlara yol açar. Ve bu sorunlar illaki bu haksızlığın, adaletsizliğin kökenlerinin, geçmişinin yok sayılmayan analiziyle ve gerçekçi çözüm arayışlarıyla ortadan kaldırılabilir.
Oysa yaşananlar tamamıyla sorunun geçmişinin yok sayılması ve adaletsizliğe karşın herhangi bir şey yapılmamasına rağmen her şeyin bir anda çözülmesini beklemeye dönüşmüş durumda.
Kürt açılımı, demokratik açılım diye başlayan süreç nihayetinde milli birlik ve kardeşlik projesi oldu. Sürecin kardeş anlayışı kardeşin isminin anılmasına izin vermeyecek katılıkta anlaşılan.
Adına milli birlik kardeşlik denmesi nasıl bir akıl karı olabilir? Nedense kurtuluş savaşında gerçek kardeş olarak görülen, 1920 meclisinde değer gören Kürt sonra kendi olduğu için, kimliğini koruduğu için işbirlikçi, bölücü oluverdi ve adaletsizliğe uğradı.
Şimdi daha yeni bu savaştan çıkmışız ve hiçbir yok sayma, özü inkar, adaletsizlik olmamış gibi her şeyi yok sayıp, insanların neden dağa çıktığını ve nasıl dağdan ineceklerini düşünmeden "size verdiklerimizi neden kabul etmiyorsunuz" dercesine kendini haklı karşısındakini haksız bir noktaya çekmeye çalışan "kardeş" bir yaklaşım var ortada.
1000'den fazla çocuk cezaevinde
Söylemin demokratik açılımdan, Kürt açılımından milli birlik projesine dönüşmesi uygulamaları da etkiledi. Uygulamalar açılım öncesi dönemi aratacak nitelik kazandı. Belediye başkanlarının kelepçelenmesi, tutuklanması ve toplu gözaltı ve tutuklanmaların olması kafa karışıklığına neden oluyor.
Sürecin farklı olduğu doğru ama adalet anlayışının değişmediği ortada. Ne yazık ki birçok örnekle adaletsizliğin yürütme, yargı ve yasama boyutunda yaşana geldiğini ve çoğu noktada çatışan durumda olmalarına karşın Kürt sorunu konusunda yasama, yargı ve yürütmenin çok uyumlu bir bütünlük gösterdiğini söylemek mümkün.
Uğur Kaymaz'ı öldüren beraat ediyor
Kısa bir süre önce 15 yaşındaki Berivan 7.5 yıl ceza aldı, Siirt'te 7 yaşındaki çocuk kaldırımda asker kurşunuyla öldürüldü. Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Enes Ata, Abdullah Duran ve onlarca çocuk daha öldürüldü. Ama ceza alan yok.
1000'den fazla çocuk cezaevinde. Çoğu çocuk, yaşından fazla ceza aldı. Hangi parti ne iş yapıyor bu konuda? Neden mahkemeler çocuklara, çocukluklarını cezaevinde bitirecekleri cezalar veriyorken 7 yaşındaki çocuğu öldüren asker ve Uğur Kaymaz'ı öldüren polisler beraat ediyor. Sadece onlar da değil yukarda adı sayılan ve sayılmayan onlarca çocuğun katili neden ceza almıyor?
TBMM raporu: Belli bir acı eşiği aşılmadı
TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonunun 2008 yılı Newrozu'ndaki olaylarla ilgili hazırladığı raporu hatırlayalım. Raporda kameralar önünde 13 yaşındaki çocuğun kolunun polisler tarafından kırılmadığı sadece büküldüğü belirtilmekte.
Görüntüyü izleyenler haliyle polislerin beceriksiz olduğunu söyleyebilirler. Çünkü o kolu kırmak için ellerinden gelen çabayı göstermelerine rağmen sadece bükebiliyorlar, kıramıyorlar.
Aynı olayla ilgili daha dikkat çekici bir tespit yapılıyor raporda. Raporda "belli bir acı eşiğinin aşılmadığı" iddia ediliyor. Oysa izleyenler bile raporu hazırlayanların anlamadığı, hissetmediği belli bir acı eşiğinin üzerinde acı hissetmişti.
Anayasa mahkemesinin DTP kararını düşünün, hiç tereddütsüz ortak bir kapatma kararı. Söylendiği gibi çok temelsiz sebeplere dayanmış olması bir yana yaklaşımın farklılığı dikkat çekicidir.
AKP'nin kapatılması davasıyla ilgili gerekçeli kararda Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç karşı oy yazısında, Rosa Luxemburg'un "Özgürlük yalnızca ve daima farklı düşünenlerindir" sözüne yer vermişti.
Aynı şekilde karşı oy yazısında adeta demokrasi dersi vermekte ve delillerin sorunlu olduğunu dile getirmekteydi. DTP ve AKP davası birbirine çok benzemektedir.
Parti üyesi çoban ve Zana parti kapattırdı
Bir parti laiklik karşıtlığının diğeri bölücülüğün odak noktası haline gelmekle ve ikisi de benzer şekilde somut olmayan delillerle yargılandı.
Hatta DTP hakkındaki birçok delilin gerçekten uzakta olduğu yönetici olduğu iddia edilen bir partilinin sadece üye olduğu ve çobanlık yaptığı ve Leyla Zana'nın üye olmadığı halde üye olarak görüldüğü ve bu durumun partinin kapatılmasında önemli bir yer tutmasından hemen anlaşıldı.
Peki neden AKP için demokrasi dersi verilerek kapatma kararı verilmezken, DTP hakkında haksız deliller zafer havasında dillendirilip parti kapatıldı?
Gazeteciye 21 yıl, şiddete teşvike ceza yok
Bir başka örnek. Azadiya Welat gazetesi eski imtiyaz sahibi Ozan Kılınç gazetenin 12 sayısı için 21 yıl 3 ay ceza aldı. Peki tek tek isim sayıp hedef gösteren ve 1 asker için 5 DTP'li öldürelim çağrısına ceza verildi mi? Hem Düzce Ağır Ceza Mahkemesi hem Yargıtay bu çağrıda suç bulmadı.
Ama Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi Ozan Kılınç için 21 yıl 3 ay ceza vermekle kalmıyor "örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek" suçundan Kılınç'ın tüm resmi kurum ve kuruluşlarda memuriyet ve hizmetlerden mahrum bırakılmasının yanı sıra, seçme ve seçilme hakkından ve siyasi parti, dernek, vakıf, şirket, kooperatif, sendika ve kendi sorumluluğu altında serbest meslek veya tacir olarak icra etme haklarından da cezası bitinceye kadar yoksun bırakılması kararını veriyor.
Radikal gazetesinde yer alan habere göre Van F tipi cezaevi, basın savcılığının bilgisi dahilinde ve onayıyla çıkan, fiyatı 50 kuruş olan Azadiya Welat gazetesini okumak isteyen tutukludan gazeteyi okuyabilmesi için bin 80 TL çeviri parası istiyor.
Türkiye'de birçok konuda adaletsizliğin olduğu, bunun Kürtlere özgü bir durum olmadığı ve aynı şekilde hukuk devletinin yaratılması için çaba gösterildiği, adaletin yerleştirilmeye çalışıldığı söylenebilir. Ama nedense faili meçhullerin bulunması için, çocukların adilane yargılanması için bir faaliyet yok.
2006 Diyarbakır olaylarında ölen 10 kişi ve benzeri olaylarda ölen onlarca insanın katilleri bulunamıyor. Sadece onların değil Vedat Aydın'ın, Musa Anter'in katilleri de bulunamıyor. JİTEM'in üzerine gidilmiyor ve Şemdinli davası unutulan söz ve vaatlerin gölgesinde sıradan bir davaya dönüşüyor.
Asıl AKP ve AKP'nin Kürt kökenli milletvekillerinin Kürtleri temsil ettiği iddiası dillendiriliyordu. Hani nerde o milletvekilleri? Bugüne kadar yapılan hangi hukuksuzluğa karşı çıkabildiler? Madem Kürtleri temsil ediyorlar neden haksızlıkları dile getirmekten ve çözüm üretmekten korkuyorlar.
Adaletsizliğe ilişkin onlarca, yüzlerce olay yazılabilir. Çünkü yaşananlar bu konuda zengin bir utanç arşivi sunuyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde en çok mahkum edilen ülkenin Türkiye olması, Uluslararası Af Örgütü'nün yıllık raporlarına yansıyan adil yargılanma hakkının ihlali iddiaları da bu konuda açıklayıcı olabilir. Sonuç itibariyle insanlar öylesi bir itimatsızlık, adaletsizlikle karşı karşıyalar ki hiçbir şeye güvenmeyecek duruma geliyorlar. Bu anlamda Seyit Rıza'nın "sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun" sözlerinin BDP Kongresinde asılması dikkat çekicidir.
Bugün Kürt sorunu geçmişinden, onu yaratan koşullardan, kazandığı mevcut yapıdan uzakta sadece bölgesel vs. özelliklerin yarattığı çıkar hesapları üzerinden düşünülmektedir. Sormalı o zaman siz kardeşinizi çıkarınız o sorunun "çözülmesini" gerektirdiğinde mi hatırlıyorsunuz? Onu da geçelim siz hala kardeş dediğiniz kişileri görmeden kafanızda yaptığınız hesaplarla mı çözeceksiniz sorunu?
Baydemir: Alın terini gözyaşına yeğlemeliyiz
Şiddet, tek tip insan, söylem ve nihayetinde şiddet üretiyor. Göreceli barış ortamı bile insanların umutlarını artırıp söylemlerine yansıyor. Osman Baydemir'in 1 Eylül 2009 Dünya Barış Günü mitinginde yaptığı konuşmanın belleklerden silinmemesi gerekiyor.
Bu konuşmada Baydemir taş atan çocuklara onlarca yıl ceza verilirken, adaletsizlikler sürerken, barışın olmayacağını belirtip "alın terini gözyaşına yeğlemeliyiz... Ben bir Kürt evladı olarak çıkıp derim ki askere sıkılan kurşun bundan sonra bana sıkılsın. Türk aydını, Türk politikacısı çıksın desin ki bundan böyle gerillaya sıkılan kurşun bana sıkılsın. Çünkü ölmekle öldürmekle bu sorun çözülmez" dedi.
Bu konuşmaların yapılabileceği ortamları yaratmak, çözüm üretmek lazım. Barış, kardeşlik deyip adaletsizliği sürdürmek herkese çok pahalıya mal oluyor.
Eğer sorun çözülmek isteniyorsa 80 yıllık klasik, sözde kalan adalet söyleminden uzak adaletin gerçek anlamına işlerlik kazandırılmalı. Böyle olursa insanların umutlarıyla da kimlikleriyle de oyun oynanmaz.
Kandil'den ve Maxmur'dan gelen insanlara gösterilen coşkulu karşılama nedense şov olarak algılandı. Bu büyük bir yanılgıydı. O gün alanlarda olan ve olmayıp o coşkuyu yaşayan insanlar özlem duydukları barışın, adaletin, huzurla başını yastığa koymanın heyecanını yaşadılar. O gün, 100 binlerin sokakta olduğu ve barışa yaklaşılan bir ortamdı. Ama bugün bu süreç bir hayal kırıklığı oluverip çıktı.
Çünkü bu noktadan sonra adaletsizliğin sürdüğü açıklık kazandı. Adaletsizlikler sürerken, samimi olunduğuna, çözüm getirileceğine kim inanır? Adalet olmadan çözüm olur mu? (SA/EÖ)