Nesrin Uçarlar ve DİSA’nın (Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü) birlikte hazırladığı “Hiçbir Şey Yerinde Değil Çatışma Sonrası Süreçte Adalet ve Geçmişle Yüzleşme Talepleri”,geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.
“Geçmişle Yüzleşme” çalışmalarının bir ürünü olan eser, 2014 yılının Ocak ve Şubat aylarında, Muş, Bitlis, Van, Hakkâri, Mardin, Batman, Diyarbakır ve İstanbul’da yirmi bir aileden elli altı kişiyle yapılan görüşmeler sonucunda ortaya çıkmış. Saha araştırmasının yanı sıra kitapta çatışma sonrası süreçte adaletin sağlanabilmesi ile ilgili çok geniş ele alınmış teorik bilgiler de mevcut.
İnsanlığa karşı işlenmiş suçlarda, kurbanların ve kurban yakınlarının beklediği adaleti sağlamak zor. Üstelik mahkemeler kanunlara bağlı kalarak ve yalnızca mağdur veya mağdurların zararını tazmin etmekten ve söz konusu failleri cezalandırmaktan öteye geçemezken, aslında bu tip suçların kamuoyunun algısında ve vicdanında yarattığı rahatsızlıkları giderme konusunda yetersiz kalıyor. Bu da yazarın deyimiyle söyleyecek olursak, “[…] adaletin mahkemelere sığmayan toplumsal ve siyasal boyutuna işaret etmektedir.”
Elbette her vaka ve her vakanın mağdurlarının taleplerini ayrı ayrı yerine getirmek mümkün olmayabilir. Ancak geçmişle yüzleşme bağlamında Uluslararası Geçiş Dönemi Adaleti Merkezi’nin bir listesi mevcut. Bu listede özetle, faillerin ve sorumluların yargılanacağı ceza davaları, mağdurlara ödenecek tazminat, resmi özür dilenmesi, yetkisini kötüye kullanmış devlet görevlilerinin bağlı oldukları kurumlarda reform yapılması ve son olarak hakikat komisyonlarının kurulması öneriliyor.
Kitapta cezalandırıcı ve onarıcı adalet anlayışlarından bahsediliyor. Cezalandırıcı adalet anlayışı söz konusu ülkenin kanunlarına göre suç işlemiş bireylerin cezalandırılması anlamına geliyor. Onarıcı adalet anlayışı ise, işlenen suçları insanların maddi ve manevi bütünlüğünün ve ilişkilerinin ihlali olarak görüyor ve söz konusu ilişkileri onarmayı hedef alıyor. Yazar cezalandırıcı adalet anlayışını yukarıdan aşağıya doğru işleyen, halktan kopuk, çatışma yaratan koşulları incelemeyen bir anlayış olarak tasvir ederken, onarıcı adalet anlayışını ise aşağıdan yukarıya doğru işleyen, toplum temelli, barışın inşasında bizzat rol alan bir süreç olarak görüyor.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, bu iki adalet anlayışının birbirinden kopuk olmak zorunda olmadığı. Zira failleri ve sorumluları yargılamak ve cezalandırmak da mağdurların ve toplumun vicdanı için bir hayli önemli. Bu iki adalet anlayışının birlikte uygulanması en doğru çözüm olarak gösteriliyor.
Elbette onarıcı adalet anlayışına getirilen eleştiriler de mevcut. Örneğin, mağduru güçlendirmeyi ve kendilerini ifade etmeyi sağlamayı amaçlarken mağdurun ikinciliği durumunu pekiştirmesi bunlardan biri. Cezalandırıcı adalet anlayışından da vazgeçilmemesinin gerekliliği, işlenen suçların faillerinin ve sorumlularının yargılanarak ve cezalandırılarak bu suçların kolektif suçluluk kavramının önüne geçilmesinden kaynaklanıyor. “Suçun bireyselleştirilmesi” kavramı burada ortaya çıkıyor ve yazar bunu şu şekilde açıklıyor: “[…] yargılanabilir ve hüküm giyebilir olan, kurumlar ya da gruplar değil, eylemlerinden sorumlu olan bireyler olduğu için, en azından cezai hukuk bakımından ‘devlet’ olarak işaret edilen sorumlunun kişiselleştirilmesi, diğer bir deyişle suçun bireyselleştirilmesi gerekir.”
Devletin işlediği suçlardan tüm toplumun suçlu addedilmesi elbette doğru değil. Ancak bunun yanında, kolektif sorumluluk altında siyasi bir sorumluluk da söz konusu. Dikkat edilmesi gereken husus, kolektif sorumluluğun kolektif suça dönüşmesinin önüne geçebilmek. Örneğin Almanya’nın yaptığı Yahudi soykırımından, tüm Almanları “suçlu” ilan etmemek gerekiyor; ancak işlenen bu insanlığa karşı suç için Almanya toplumunun da ses çıkarması, geçmişle yüzleşme ve mağdurların mağduriyetlerini gidermede sorumluluk almaları gerekliliği de olayın başka bir boyutu.
Hakikat Komisyonları kurulması ve bu kurumların hakikatleri ortaya çıkarması, geçmişle yüzleşme konusundaki en önemli hususlardan biri. “ […] mahkemelerde asla bulunamayacak bir özgür konuşma ortamı yaratmak ya da mahkemelerin bulunmadığı durumlarda hakikatin kaybolmasına izin vermemek için geliştirilen bir araç olarak ortaya çıkıyor hakikat komisyonları.”
Yeni bir hükümet tarafından kurulan, gerekli belgeleri temin etmek ve mali anlamda gereken tedbirleri almak söz konusu olduğunda etkin bir şekilde işleyecek resmi hakikat komisyonlarının yanı sıra, sivil toplum kuruluşları, insan hakları örgütleri ve üniversiteler vasıtasıyla kurulan gayri resmi hakikat komisyonları da bulunuyor. Resmi ya da gayri resmi olsun, hakikat komisyonları geçici kurumlardır. Geçmişle ilgili yapılan araştırmalar neticesinde bir rapor sunarlar ve geleceğe yönelik tavsiyelerde bulunurlar. Kitabın sonunda dünyadaki hakikat komisyonlarının bir listesi bulunuyor. Türkiye için de, Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu, Hakikat Adalet Hafıza Çalışmaları Merkezi, Mezopotamya Yakınlarını Kaybedenlerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Cumartesi Anneleri gibi örnekler var.
Türkiye Kürdistanı’nda 90’larda yaşanan “istisna hali”, sıkıyönetim ve OHAL süreçlerinden de bahsediliyor bu eserde. Bu coğrafyanın 23 yıl boyunca bir istisna mekânına dönüştüğü ve sayısız hak ve hukuk ihlallerine sahne olduğu artık bilinen bir gerçek. Faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, köy boşaltmalar, insan kaybetmeler, işkence uygulamalar bu bölgede uzun bir süre yaşanmış. Günümüzde yakınlarını, evlerini, köylerini kaybedenlerin en azından adaletin sağlanabileceğine inanmaya ihtiyaçları var.
Kimliklerinin tanınması, özür dilenmesi en çok istedikleri şeylerin başında geliyor. Yazarın ve enstitünün ortak olarak yaptığı saha çalışmasında yakınlarını kaybedenlerin en çok dile getirdikleri “Neden?” sorusu. Bu sorunun yanıtını bulmak istiyorlar. Hatta kendilerine yakınlarının failleriyle görüşme imkânı sağlanabilse ne diyecekleri sorulduğunda, neredeyse tamamı bu soruyu soracaklarını söylüyor. Ölüme, öldürülmeye anlam verme çabası içindeler. Yapılan görüşmelerde ortaya çıkan, “kişilerin cezalandırılması, bu yetmiyor”, “idam deseler benim için azdır, ama cezaları ne olabilir bilmiyorum” gibi ifadeler, failler ceza alsa dahi rahatlamayacak mağdurlara işaret ediyor. Tam da burada daha kapsayıcı olan onarıcı adalet anlayışının önemi ortaya çıkıyor. “Aslında cezalandırmayı değil, Kürt meselesinin çözülmesi, barışın sağlanması gibi süreçlerin eşlik etmediği bir cezalandırmayı kifayetsiz buluyorlar.”
Son olarak, adalet duygusunun gerçekleştirilebilmesi için kitapta öneriler bulunuyor. Bunlar, hakikatlerin ortaya çıkarılması ve tanınması, faillerin ve sorumluların yargılanması, sorumluların ve yetkililerin görevden alınması, ifşa edilmesi, resmi hakikat komisyonunun kurulması, maddi tazminat ödenmesi ve sosyal hizmet sağlanması, resmi özür beyanında bulunulması ve hafızalaştırma çalışmalarına resmi destek sağlanmasından oluşuyor. Yazarın ve DİSA’nın bu eseri, kendilerinin de dilediği gibi, atılması gereken adımların başında yer alan mağdurları dinlemek açısından oldukça önemli ve yol gösterici olma niteliği taşıyor. (MMÖ/ÇT)
* Nesrin Uçarlar / DİSA, Hiçbir Şey Yerinde Değil: Çatışma Sonrası Süreçte Adalet ve Geçmişle Yüzleşme Talepleri, İletişim Yayınları, Mayıs 2015, 326 sayfa.