* Fotoğraf: Tansu Pişkin
İnsan ruhuna yapılan en büyük saldırı, adalet duygusunun örselenmesi. Bunun insanlık tarihinde sayısız örnekleri vardır ama hem yaşanmış bir olay hem de edebi bir eser olarak kuşkusuz en etkileyicisi 19. yüzyıl Alman Edebiyatı’nın yazar ve şairlerinden Heinrich von Kleist'ın ilk kez 1810'da yayınlanan Michael Kohlhaas adlı uzun hikayesidir.
At tüccarı Kohlhaas, temel geçim kaynağı olan atlarıyla 1532 yılında Leipzig panayırına giderken, sınır geçişi sırasında bir Sakson soylusu tarafından aslında zorunlu olmayan geçiş belgesi olmadığı gerekçesiyle gözaltına alınır. Sözde geçiş belgesinin olmamasına karşılık keyfi bir biçimde iki atına da el konulur. Kohlhaas belgeyi getirmek için gidip geri döndüğünde yardımcısını dövülmüş, atlarını da ölmüş olarak bulur. Adalete saf bir inançla bağlı olan Kohlhaas, baronu prense şikayet eder. Prensin baronu koruduğunu gördüğünde ise Kohlhaas inancını yitirmeyerek bir dilekçeyle imparatora başvurmaya karar verir. Onun, duygusal tutumuyla başına bir şey getireceğini düşünen karısı, dilekçeyi saraya götürme görevini üstlenir ama korktuğu sonla kendisi karşılaşır ve saray muhafızlarınca haddini bilmezlikle suçlanıp, itilip kakılarak bir mızrak darbesiyle öldürülür. Karısının öldürülmesi Kohlhaas için, yedi taraftarının yardımıyla topladığı büyük kalabalıklarla, koca bir eyaleti yakmaya kadar gidecek isyanın başlangıcı olur.
Alman tarihinde gerçekleşmiş olan bu olay, Kleist’ın duygusallığı ile birleşerek adeta şiirsel ve teatral bir söyleyişle dile getirilir. Kohlhaas’ın haklı çığlığına hemen katılırsınız hiç düşünmeden. Kutsal Germen İmparatorluğu, kendisinin en küçük birimi olan “kutsal aileyi” paramparça eder bu olay nezdinde. Kohlhaas’ın adalet beklentisi ve isyanı da bu trajedi üzerinden gelişir. İmparatorluk, soyluyu koruma pahasına, Kohlhaas’ın adaletin teminatı zannettiği hukuk kurallarını hiçe saymış ve akıl almaz bir keyfilik sergilemiştir. Kohlhaas, bir imparatorluğun, bırakın adaletli davranmayı, kendi koyduğu hukuk kurallarına bile uymayabileceğini karısı ve kendi canı pahasına öğrenir.
Yüzyıllar önce Kohlhaas’ın başına gelenleri aratmayacak hukuksuzluk ve keyfilik günümüz Türkiye’sinin rutini haline geldi. Evlerinde yargısız infaza kurban gidenler, cezaevlerindeki milletvekilleri, sayısız muhalif siyasetçi ve gazeteciler, işlerinden atılan akademisyenler ve sendikacılar. Tüm bunlar darbe girişimi bahane edilerek KHK’larla yapılıyor. Sonucunda sokakların demokratik gösteri ve hak arama mücadelelerine kapatılma uygulaması ise toplumsal yaşamı tam bir sıkışıklık ile patlamanın eşiğine getirdi. Tüm canlıların yaşam alanlarına hiçbir bilimsel, etik uyarıyı dikkate almadan yapılan HES, nükleer ve termik santraller, taş-maden ocaklarındaki inanılmaz artış da insanda büyük bir ekolojik kaygıya sebep oluyor. Bu hunharlığı durduramamak ise insanda sürekli çaresizliğin öfkesini biriktiriyor.
Bu süreçte haksız yere işlerinden atılan akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça son çare olarak açlık grevine başladılar ve 108 gündür açlık grevindeler. Gülmen ve Özakça kalıcı bedensel hasara uğrama ve ölümü de göze alarak adaletsizliğe teslim olmayacaklarını bedenlerini ortaya koyarak gösteriyorlar. Yani bir insanın göze alabileceği en son şeyi göze alıyorlar. Hepimizi, kendimiz ve tüm diğer canlıların uğradığı adaletsizliğe karşı ne durumda olduğumuzla yüz yüze getiren bir duygusal özeleştiriye götürüyor Nuriye ve Semih’in direnişi.
Hukuki açıdan çok sorunlu ve keyfi uygulamalara maruz kalan insanların, üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen, hikayesini okuduğunda Kohlhaas’ın yaşadığı çaresizlik ve öfkeyi hissetmemesi mümkün değil.
Hesabı sorulamayan her adaletsizlik vicdanları durmadan kanatan bir yaradır. Adalet duygusu en ufak kırıntısına kadar yok edilen çaresiz ve öfkeli bir insanın neler yapabileceğinin sınırını ise hiç kimse, hatta o insanın kendisi dahi kestiremez!
Yapılan onca totaliter - baskıcı uygulamalara rağmen mevcut iktidara doğru düzgün bir tepki geliştirmeyen CHP’nin en sonunda Kemal Kılıçdaroğlu şahsında sivil itaatsizlik eylemiyle ortaya çıkması ve yürüyüşün temel şiarının da adalet olması boşuna değil. İnsanda harekete geçme durumunu en çok yaratacak olan adaletsizlik iklimidir çünkü. CHP, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasında oynadığı rolle büyük bir hataya imza atarak geldiğimiz süreçte sorumluluğu bulunsa da başlatılan adalet yürüyüşü ciddiyetle desteklenmeli. Adalet kavramı toplumun her kesimini bir araya getirebilecek bir güce sahiptir. Yaklaşık 2400 yıl önce yazdığı Nikhomakhos’a Etik kitabında Aristoteles “Adalet en büyük erdemdir. Adaletin olmadığı yerde diğer erdemlerden bahsedemeyiz” diyordu.
Sivil itaatsizlik, totaliter rejimleri en çok korkutan eylemlilik tarzı. Kitlesel sivil itaatsizlik durumları toplumda büyük bir etki alanına sahip olur ve çok çeşitli eylemlilik potansiyeli sunar.
Henry David Thorau, bu kavramı bizlere armağan etmeden 250 yıl önce Etienne de La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev kitabında adını koymadan şu sözleriyle sivil itaatsizliği öneriyordu: “Siz muktedirlerin ayaklarının altına kırmızı halılar sermez ve onları desteklemezseniz onların saraylarını ayakta tutan kolonlar birer birer yıkılacaktır.” (EM/AS)