Prens Adalarının mahrumiyet bölgesi vasfını çoktan yitirdiği kesindi. Adalardaki en büyük eksiklik olan tam teçhizatlı hastanelere ulaşmak için tıkır tıkır işleyen deniz ambulansı bir yana, bir zamanlar rüyamızda bile göremeyeceğimiz deniz taksisi de emrimize amadeydi – ki grup halinde tutulduğu zaman fiyatı gayet makuldü.
Fakat bir-iki yıl önceki bir adaseverler toplantısında bazı katılımcıların en büyük probleminin adanın şehirle bağlantısında ulaşım sorunu olduğunu duyunca epey şaşırmıştım. Adaya sonradan yerleşmiş olduğunu tahmin ettiğim bir şahsın en büyük sıkıntısı Burgaz'dan Bostancı'ya giden motorun önce Kınalı'ya uğramasıydı!
Sonunda yeni belediyenin ikna edilmesiyle adanın ana karayla bağlantısını 24 saat boyunca garantileyen ring seferleri başladı; adalar, tarihlerinde ilk defa gerçek anlamda şehre bağlanmış oldu. Gecenin bir vakti, iyi veya kötü niyetli bir insan adaya gelip yapacağını yaptıktan sonra gecenin karanlığında adayı terk edebilecekti. Tamam, güvenlik önlemleri her geçen gün fazlasıyla artırılmıştı fakat gel gör ki bazı mobeseler çıkıntılık edip tam da faal olmaları gerektiği zaman arızalanabiliyordu.
Böylece son vapurun ada iskelesinden ayrılmasından sonra adada duyduğumuz o tatlı huzur da şimdilik tarihe gömülmüş oldu. Acilen halledilmesi gereken mühim bir işimiz olmadığı takdirde sis, tipi veya lodos yüzünden iptal edilmiş seferler sayesinde layıkıyla mazeretlendirilmiş, şehirle bağlantı kopukluğu kadar güven verici bir duygu var mıydı? Tamam, adalarımız her zaman İstanbul'a her anlamda bağlı, uydu adalar olup gerçek anlamda ada sayılmazlardı, ama bilhassa bu kopukluk anlarında, izole olmanın tüm ayrıcalıklarını yaşamıyor muyduk?
Yeni belediyeden inciler
Fakat yeni belediyenin icraatı bununla da bitmiyor, sanki faytonların kaldırılacağını önceden bilir gibi aylar evvelinden adalar muhtelif trafik levhaları ve kapkara asfalt yollara yazılmış sarı renkte koca koca Y A V A Ş uyarıları ile bezeniyordu. Bir yandan motorlu araç sayısı günbegün artırılırken adaların en kendine has özelliği olan trafiksizlik de sanki rafa kaldırılmaya başlamıştı. İlerleyen zamanda görüldü ki mevzubahis trafik işaretleri de pek bir kifayetsiz kalmıştı; elektrikli ve akaryakıtlı araçlar tabakhaneye bok yetiştirircesine adada sürat yapıyordu.
Turkcell'in aracı, sivrisinek mücadele aracı, bakkalların evlere sipariş teslim araçları, polis otomobilleri, orman işletme şefliğinin aracı, ayrıştırılmış ve ayrıştırılmamış çöp kamyon ve kamyonetleri, yük taşıma kamyonu ve daha birçok araca son at krizinde, adaya kalabalık çevik kuvvet ekiplerini taşıyan midibüs de katıldı.
Binicilik sektörüne, büyük paraların döndüğü, atların yarışlarda çatlayarak telef olduğu hipodromlara taşmasını sabırla beklediğim, hayvanseverlerce körüklenmiş son at krizi inandırıcılıktan ne kadar da uzaktı! Sanki elektrikli araçların adaları istila etmesi için birilerinin ekmeğine yağ sürmüşlerdi. Denizle alakaları olmayan, hatta denizi sevmeyip onu bir engel gibi görenlerin ürettiği alegorik Kanal İstanbul projesi de sağ gösterip sol vuran cinsten bir şey değil miydi?
Yine son zamanlarda, yeni belediyenin işgüzarlığı sayesinde gayet rüzgârlı olduğu bilinen adalarda, şehirden getirtilen çalı süpürgeli çöpçüler kaldırım ve sokaklardan toplanan sonbahar yapraklarını öbek öbek kümeler halinde bırakıyor, bazen günler sonra yine İstanbul'dan gelen devasa yol süpürme aracı adaya hiç yakışmayan bir gümbürtüyle yaprakları toplayıp götürüyor, bazı sokaklara hiç uğramadığı için o öbekler dağılıp gidiyordu.
Zaten söz konusu araç geçtiğimiz aylarda geceyarısından sonra adada çıt çıkmayan saatlerde sokaklarda ortalığı inleterek dolaşıyor, sanki adanın şehrin bir parçası olmak zorunda kaldığını şiddetle duyuruyordu.
Bozuk olduğu bariz olarak görülen, adada yıllardan beri hizmet veriyor gibi yapan küçük yol temizleme aracı ise ormanın yanan mıntıkasına atık suyunu dökme alışkanlığından zar zor vazgeçiriliyor, dünya fidan dikme gününde ekilen fidanların tam da orada hayatlarına devam etmesi gerektiği inatla doğaseverlerce dayatıldığından, gürültülü araç bir süredir adada görülmez oluyordu.
Çeşitli megafonların anonslarıyla maruz bırakıldığımız ses kirliliği bir yana, çevre kirliliği hususunda dikkat çeken bir diğer unsur çöplerin ada sakinleri tarafından atıldığı madeni veya plastik konteynırların etrafının genelde çöplerle dolu olmasıydı; ne de olsa, kapakları mütemadiyen açık durduğundan kediler, kargalar ve bilhassa atlar konteynırların içindeki torbaları çekip alarak beslenmeye çalışıyorlardı. Oysa Avrupa'da çöp atanların ellerinin daha fazla kirlenmemesi için ayak pedalıyla açılan konteynırlar kullanılıyordu. Adalarda, ellerimiz ille de steril kalabilsin diye ayakla işleyen çöp konteynırlarının cam, kâğıt, plastik, mutfak atığı gibi sınıflandırmalara sahip olmaları çok mu zordu?
Ya sahiller ve ormanlar?
Çocukluğumuzda pek aklımıza gelemeyecek şekilde sahillerin peşkeş çekilmesi yetmiyormuş gibi, plaj işletmecilerinin kıyı şeridini kafalarına göre düzenlemelerine, denizdeki kumu karaya taşıyıp doğa kanunlarına aykırı biçimde zoraki kumsallar yaratmalarına, kocaman yüzeyleri cart renklere boyamalarına, vapurlardan görülecek şekilde heyula gibi yazılarla kendi reklamlarını yapmalarına ve arkalarında yükselen yeşil dokuyla tamamıyla uyumsuz bir görüntü arz etmelerine izin veriliyordu.
Aynı zatların orman alanına da el atmalarına göz yumulduğu gibi plajın üstlerindeki patikalarda yürüyüş yapanların yolu kesilip ayak bastı ücreti talep edilebiliyordu.
SİT alanı adalarda aquapark gibi girişimler sayesinde ağaç katliamı ne kadar da kolaydı!
Burgaz'da Ağustos ayında meydana gelen orman yangınından – aylarca yemyeşil dokusunu korumuş bazı dallarından anlaşıldığı gibi – canlı çıkabilmiş çam ağaçları vardı. Sözkonusu çam ağaçları sanki tamamıyla yanmış ve kurumuş gibi orman şefliğinin görevlendirdiği kişilere kestiriliyordu. Ayrıca kesilen odunun metre küp üzerinden hesaplanan miktarını artırmak için yangınla alakası olmayan Hristos tepesine çıkanların gözbebeği koca ağaç kütüğü de alelacele kesilip yok ediliyordu.
Peki, Heybeli'deki yangın Haziran ayında çıkmış olmasına rağmen orada yanıp yaprakları kahverengiye dönen ağaçlar (bu yazı yazılana kadar) niye kesilmemişti? Adalar orman işletme şefliğinin Burgaz'a garezi mi vardı?
Aynı esnada adanın Hristos tepesine, namıdiğer Bayrak tepesine aynı orman şefliğinin bir çırpıda kondurmuş olduğu prefabrik villanın foseptik çukuru kazılarında kökleri zarar görmüş koca bir çamın sonradan kuruduğu görülüyordu.
Denizde ise cıva dolu midyeleri toplayanlar sene boyunca dipleri talan ediyor, avcılık mevsimi açıldığından beri, adadan uzak durması gereken balık canavarları gırgırlar da ortalıkta cirit atıyordu. Mevsimin ilk kuvvetli lodosunda Yassıadanın etrafı yine inşaat artıklarının denize karışmasıyla çamur rengine bürünmüştü.
Artık resmen Alkatraz'dan farkı kalmamış Yassıada'nın elektrik ihtiyacını karşılamak üzere inşa edildiği varsayılan, kısa zaman önce bitmiş trafo yetersiz kaldığı için hemen yanına, yine Burgaz'ın Aynikola'sındaki meskûn alanın ortasına yenisi, çok daha büyük boyutlarda yapılıyordu.
Kalpazankaya'da yüzücü stili slip mayoyla denize giren adalı erkekler, şehirden gelip diz altına kadar şort mayo giymeye alışmış hemcinslerini niye korkutuyordu?
Sırtında kabuğu olmayan salyangozlar gittikçe artarak niye evlerimize birer sülük edasıyla dadanıyordu?
Ya şuursuz köpeklerin zehirlenmesine, hatta adada 7 aylık bir hamile kadının ölmesine sebep olan mantarların kökünü kim kurutacaktı?
İsmet İnönü mezarından kalkıp Rumlar'ın elinden almaya ant içtiği Heybeli'nin günümüzdeki halini görse içi sızlamaz mıydı?
Ya adanın Çam Limanı'ndan yükselen fuhuş dedikodularının aslını merak edip soruşturmaz mıydı?
Turizme peşkeş çekilen adalar
Geçtiğimiz aylarda Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali kapsamında "Turist İstilası/Overbooking" adlı belgeseli seyretmek üzere şehre inerken bizim adayla İspanya'nın Mayorka adası arasında kolaylıkla kıyas yapabileceğimi sanıyordum. Fakat filmi izlerken ana karadan çok daha uzak olmalarına rağmen, aralarında meşhur İbiza'nın da bulunduğu Balear takımadalarında dertlerinin çok daha büyük olduğunu öğrendim. Direkt olarak yakalayabildiğim tek kesin benzerlik Mayorka ile Bozcaada arasında oldu.
Ne de olsa bu yaz yıllar sonra Türkiye'nin az sayıdaki adasından biri olan Bozcaada'ya tatil geçirmeye gitmiş yakın bir arkadaşım adada neye uğradığını şaşırmıştı çünkü akşamüzerleri çoğu turist gibi adanın Batı ucuna gidip güneşi uğurlama seremonisine katılma gafletinde bulunmuştu. Uca varmak için arabayla aşılması gereken nispeten kısa parkur yoğunluktan trafik işkencesine dönüşmüş, bir süre sonra araba eğreti bir biçimde yolun kenarına park edilmek suretiyle terk edilerek son kalan mesafe yürüyerek aşılmıştı.
Orada bir kültü yerine getirircesine tüketilmesi öngörülen beyaz şarap ve kurabiyelerin kalitesini sorgulamadan tüketmiş, güneş batışına tapınmakta olan yüzlerce insanla daracık bir alanı paylaşarak kendini adeta bir cep telefonuyla ölümsüzleştirilmiş anlar ve selfiler orjisinin içinde bulmuştu. Tabiatla iç içe olunan huzurlu ve sessiz bir tatil ümidiyle adaya gitmiş olan arkadaşım bu kaotik ayini ilk fırsatta terk ederek dönüşte de aynı trafik sefaletini çekmemeyi başarmıştı. Yönetmenliğini Álex Dioscórides'in üstlendiği Mayorka adası hakkındaki belgeselde mikrofon uzatılmış bir adalı sözkonusu güneşi uğurlama töreni gibi bazı âdetlerin Mayorka'da doğup dünyada taklit edilmekte olan, ruhsuz ve bedeli yüksek âdetlerden biri olduğunu, biraz da üzülerek ifade ediyor.
Bu arada bizim adalara sert ahşap banklar yerine su geçirmez kumaşla kaplı, havaalanları, otobüs veya İDO terminallerindeki gibi çok sayıda masaj koltuğu yerleştirirsek dünyada bir ilke imza atmış ve manzara seyretmeyi çok daha erotik hale getirmiş olmaz mıyız?
Uluslararası tekeller size nefes aldırmaz
Balear adalarında turist sayısı mütemadiyen artmasına rağmen adalılar fakirleşiyor, ne de olsa sektöre hâkim olanlar, dışarıdan gelen uluslararası turist devleri ve onların yarattığı tekelcilik. Adaların yerli nüfusu 1 milyon yüz bin civarındayken dışarıdan yılda gelenlerin sayısı 13.5 milyon turiste varıyor, yani adadan her bir adam başına 12 turist düşüyor. İnsanın aklına Büyükada'daki turist akını gelmiyor da değil!
Sadece Mayorka adasında Airbnb'nin sunduğu yatak sayısı 100 bin!
Artan ziyaretçi sayısının hizmet sektöründe çalışanlara pek bir faydası yok, çünkü kölelik seviyesinde ücretlere talim ediyorlar, üstelik çalışma saatleri ve temposu durmadan artıyor.
İnşaat mafyası kıyıları istila ederek kara para aklıyor, sahiller betona gömülüyor.
Rüşvet gırla giderken mıntıkalar el değiştiriyor, bir zamanlar zar zor ulaşılan bakir coğrafyalarda paralı plajlar, marinalar, golf sahaları mantar gibi ürüyor.
Balear adaları tema parkına dönüşüp anane ve geleneklerini tamamıyla kaybediyor, Venedik, Barselona, Amsterdam, Lizbon, Prag ve Viyana gibi turizme teslim olmuş kentlere benzer şekilde adalardan da imdat çığlıkları yükseliyor.
Yerlilerin fikri sorulmadan girişilen envaiçeşit icraata karşı, "Turizme karşı değiliz, bu turizm modeline karşıyız" veya "Paella, Sangria" gibi sloganlarla sık sık protestolar düzenleniyor. Kimlik kaybı adaların tüketim adına birbirine çok benzeyen kişiliksiz yerlerden birine dönüşmesine sebep oluyor. Yerel dükkânlar peş peşe kapanırken beynelmilel markalar pazara hâkim oluveriyor. Yerliler kendi memleketlerinde kendilerini yabancı gibi hissetmeye başlıyor; hafiften kafayı yemiş gibi olan ada sakinlerinin vatanları saydıkları ada uğruna yapabileceklerinden korkmakta fayda var...
Belgeselde mikrofon uzatılan kişilerden bir kısmı İspanyolca konuşurken büyükçe bir kısmı Portekizce, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca'yı aynı anda dinlemekte olduğunuz hissini uyandıran yerel dili kullanmakta inat ediyor. Vaziyet bir zamanlar Akdeniz denizcilerinin birbirleriyle anlaşmasını sağlayan Lingua Franca'yı ve bilhassa İstanbul adalarındaki çok kültürlülükle çokdilliliği akla getirmiyor desem yalan olur.
Mayorka'da tarım neredeyse yok olma noktasına varırken adada ihtiyaç duyulan malların %90'ı mecburen dışarıdan getiriliyor. Su kısıtlılığı, çevre kirliliği, atık meselesi, 90 bin kiralık araba, Avrupa'nın en işlek havaalanlarından biri, 7 kruvaziyer gemisinin aynı anda yanaşabildiği liman, her şeyin dahil olduğu ucuz turlar, problemlerden sadece bazıları; adaların kısıtlı yüzölçümü ve her türlü kapasite sınırlılığı kale alınmadığından muhtelif turistik yaptırımlar adalıların baş belası haline geliyor. Avrupa'da bilhassa ucuz bilet satan şirketlerin işi Palma de Mallorca havaalanında saatte 80 uçağın işlem görmesine kadar vardırması, özellikle Büyükada ve Heybeli'ye İstanbul'un birçok noktasından kaldırılan deniz ulaşım araçlarını akla getiriyor.
Emlaklarınız elinizden alınır
Adada emlak fiyatları anakaranın iki misli ve adada çalışanların asla ulaşamayacağı seviyelerde. Yabancılar kolayca mülk edinebilirken yerliler sürgüne zorlanıyor. Adaya tayin edilen devlet memurları geçinemez hale geliyor. Gelecekte Prens adalarını bekleyen de bu mudur acaba?
Turizmin eskiden altı ay olan canlılığı artık yılın 12 ayına yayılıyor, belli başlı çekim merkezlerinden artık adanın tüm coğrafyasına dağılıyor.
Limitler aşılmak üzere, ekolojik yıkımın işaretleri fazlasıyla bariz, yerliler sürekli saldırıya karşı direnmekle meşgul. Monokültür haline gelen yegâne ekonomik faaliyet olarak turizm, adaları şehirlerden farksız bir tatsızlığa sürüklüyor.
Aynı esnalarda şiddet olayları, hırsızlıklar artıyor, alkol ve narkotik maddeler çekim unsurları haline geldiğinden bir türlü gemlenemiyor. Striptiz yapan kadınların müşteri çekmek için yarıştırıldığı muhtelif mekânlar kadın bedeninin nesneleştirilmesine önayak oluyor, seks turizmi kurbanlar verilmesine yol açıyor.
Belgeselde bir adalının ifade ettiği şekilde "Eskiden ada deniz ve güneş yağı kokardı, şimdi bira ve sidik kokuyor!"
Sürdürülebilirlik kapsamında militan bir tavır benimseyen belgesel yönetmeninin röportaj yaptığı kişiler içinde tabii ki muhalifler ön plana çıkıyor. Fakat filmde, paraya doymayan hırslı ve acımasız iş insanları ile ada ruhunu özümseyememiş doyumsuz bürokratlar da yok değil.
Kısacası, tüketime dayalı azgın kapitalist düzen diktatörlüğü andıran metotlarla uygulanırken, helak olan adalarda en büyük bedeli yine adalılar ödüyor.
Balear adaları çerçevesi çok iyi belirlenmiş kurallara kavuşturulmadığı takdirde, gezegende en yaşanmaz ilk toprak parçalarından biri olmaya aday, tıpkı yeryüzündeki diğer birçok ada gibi; tıpkı en kısa zamanda tedbir alınmazsa İstanbul Prens Adaları'nın da lunaparka dönüştürülerek bitirileceği gibi! (MT/AÖ)