Survivor adasında yemek veriliyor muydu, verilmiyor muydu bilmem ben o kadar uzaklarda aramıyorum mutluluğu. Daha yakın adalar var sözgelimi Büyük Ada, Gökçeada ve tabi bir de Bozcaada.
Büyük Ada'da denize girme lüksüne erişebilmek için ya ada halkından bir tanıdığı olan, şöyle denize nazır yalısı olan biri olmalısınız ya da adını vermenin uygun olmadığı işletmelerde yanınızda kısa süreli tatil yapmak için İstanbul'dan kaçan onlarca hatta yüzlerce kişiyle dip dibe yüzmekten zevk almayı bilmelisiniz.
Ben her iki gruba da girmiyorum. Benim için Çanakkale'nin büyülü iki adası kalıyor; Gökçeada ve Bozcaada.
Gökçeada'nın asıl adı İmroz, Bozcaada'ya yani Tenedos'a göre çok daha büyük ve dolayısıyla daha çok bakir alana sahip. Yüzölçümün büyüklüğü onu köylere bölmeye yetmiş, dolayısıyla Rum Köyleri ve Türk Köyleri var. Bozcaada'da ise bu köylerin yerini mahalleler alıyor. Rum Mahallesi ve Türk Mahallesi. Her ikisi de huzur dolu yerler. Bozcaada'nın gittikçe daha da dolduğundan yakınan bir çok arkadaşım rağmen şunu açıkça söyleyebilirim ki Bozcaada'da da huzur ve sessizlik mümkün. Sadece "Nişantaşı" kıvamındaki merkez ve en popüler plaj olan Ayazma Plajı'ndan uzak durmanız yeterli.
Gökçeada'da koku duyunuzu en uç noktalarda kullandığınız kekik kokusu, Bozcaada'da çok az karşıma çıkmış olsa da, bağ evlerinin güzelliği Gökçeada'da özgürce dolaşan keçilerin güzelliğiyle yarışmaya değer.
Bu iki güzel adayı karşılaştırmak niyetinde değilim çünkü her ikisinin de ayrı dokuları, ayrı tatları var. Bozcaada'da Kalenin güzelliği, Gökçeada'da Kale köyün manzarasıyla pekala boy ölçüşebilir mesela. Her iki adada ortak olan Rum yerleşimi ile Türk yerleşimlerini kıyaslamadan edemeyeceğim ama. Rum yerleşimleri bize estetik bir şölen sağlarken, Türk yerleşimlerinde aynı özelliği bulamıyorsunuz. Sanat ayrı bir şey. Estetik duygusu bizim mahallelere göre çok ileride. En basit bir masa, sandalyenin bile duruşu farklı. Rengi farklı. Çiçekler özenle boyanmış vazolara yerleştirilmiş.bahçelerde bir düzen, bir düzen. Bitkiler gelişigüzel ekilmemiş, her çiçek yanındakiyle uyumlu, sanki dost. Dışarıya açılan kapıların her biri özenle seçilmiş sanki, rengi de, dokusu da, üzerinde ya da yanında asılı kapı numarası bile otantik. Komik ama kapılarında duran kedi ve köpekler bile sanki daha uysal, daha sevecen. Fotoğraf çekerken somurtmuyor, hırlamıyor, tıslamıyor falan.
Gökçeada'da Rum Köylerini gezerken yaşadığım görsel şovun aynısı Bozcaada'da Rum Mahallesinde. İnsan özenmiyor değil vesselam. Her şeyi bırakıp bir Rum köyünde ev alası geliyor insanın. Renkli bir masa ve sandalye koyup kapının önüne, üzerini çiçeklerle bezeyesi falan.
Adaların belki de en güzel özelliği bu iki halkın birbiriyle kesişmesi, deyim yerindeyse kucaklaşması. Belki yaşandığında farkı görebilirsiniz ama çınar altında oturup insanları izlediğinizde gayet dostane bir tablo çıkıyor ortaya.
Gökçeada'ya ilk gittiğimde, nasıl böyle bir rüzgarda deniz bu kadar dalgasız, yumuşak olabilir diye düşünmüştüm. Bozcaada da aynı şekilde. Adada esen rüzgar sizi serinletirken, denizi kızdırmıyor. Hep çok sakin, duru ve berrak. Bir arkadaşım "Bozcaada'dan dönerken denizi öpüp ayrılıyorum" demişti, gidince onu daha iyi anladım. Denizin berraklığının yanı sıra suların serin olması da ayrı bir özellik. Selülit kremleri yerine Gökçeada yada Bozcaada da bir hafta yüzmek daha akıllıca.
Bu kadar güzelliğin yanı sıra kötü bir şey yok mu derseniz feribot demek zorunda kalacağım. Ne yazık ki feribotu yakalayamazsanız, onun adaya gidip geri dönmesini beklemek zorunda kalıyorsunuz. Ada yerlileri dönem dönem feribot sayısının arttığını söylese de, her iki ada tatilimde de feribot beklemenin çilesine şahit oldum. Güneş kreminizi önceden sürmenizi önerebilirim. Bir de Bülent Ortaçgil'in Sen albümündeki Denize Doğru beklemeye bile iyi geliyor.
Ada insanları daha bir neşeli, daha bir içten sanki. Bozcada gezimde ev sahipliği yapan Ünal Bey ve İsmet Hanım'ın keyfine diyecek yoktu mesela. Sanki aylardır birlikteymişiz gibi birlikte güldük eğlendik, kahvelerimizi yudumladık. Ünal Beyin ev yapımı şarabının tadı da hala damağımda. Beş kiloluk bir su bidonunda duran şarap, kadehe döküldüğünde sizde dünyanın en güzel şarabını içiyorsunuz hissi uyandırıyor. Şunu da eklemeden edemeyeceğim Ünal Beyin söylediğine göre en kaliteli üzümden yapılan şarabın maliyeti 1 lira civarındaymış. Şimdi nasıl gidip şarap alınır ki İstanbul'da!
Cennet kıvamında bir güzellikten çıkıp İstanbul'a doğru yol aldım sonra. Evet adalar mükemmel ama sultanı altın adaya koymuşlar yine İstanbul demiş.
Siz yine de Gökçeada ve Bozcaada'yı görmeden ölmeyin. Dönerken de Ezine peynirinizi, dağ kekiğinizi, zeytin ve zeytinyağınızı bir de birkaç kilo Çanakkale domatesinizi almadan dönmeyin. Benden söylemesi. (SK/ÇT)