Fotoğraflar: Asu Aksoy-Nadire Mater
Karşınıza acı içinde kıvranan bir hayvan çıktığında ya da yere serilmiş ağzından burnundan kan gelen atların resimlerini gördüğünüzde üzülmememiz ve hatta kayıtsız kalmamanız normalde mümkün değildir. Enteresan bir şekilde fabrikalarda sıkış tıkış yetiştirilen ve robotlar tarafından yemeğe hazır hale getirilen hayvanları yerken gıkı çıkmayan insanlar bile bu tür acı manzaralar gördüklerinde tepki gösterirler. Bire bir deneyimlediğimiz ya da gördüğümüz vicdanımıza daha kolay seslenir, bir tutum almamızı söyler.
Adalar'da faytonların kaldırılması ve atların özgürleştirilmesi gerektiğine ilişkin uzunca bir süredir devam eden ve çeşitli ızdırap içinde at sahnelerinin yer aldığı görselleri kullanan ‘Faytona Binme Atlar Ölüyor’ türü kampanyalar böylesi bir vicdan çağrısından hareket ediyor diyebiliriz. Buna karşılık, bu kampanyalarda yaralanan vicdanın tepkisinin çok ötesine geçen bir hayvan hakları argümantasyonu ile de karşı karşıyayız.
Bu kısa yazıda, hayvan haklarının adalarda faytonculuğun geleceği bağlamında nasıl tesis edileceği sorusuna, bu kampanyaların önermesi dışında, farklı cevapların olup olamayacağını ele almak istiyorum. Adalarda hayvan ve insan haklarının tesis edilmesi ve uygulanması suretiyle, dolayısıyla bugünkünden tamamen farklı bir haklar rejimi bağlamında, atların çalışma haklarının da tartışılabileceğini düşünüyorum.
Neden böyle düşündüğümü, bunun arkasındaki felsefi bakışın ne olduğunu anlatmam gerekir diye yola çıktım. İçimdeki ses insanlarla evcilleştirilmiş hayvanlar arasında birbirinden ayrılmaya değil karşılıklı haklar gözetilerek bir arada olmaya dayalı bir ilişkinin yürütülmesinin her iki tarafın kendi iyisi açısından mümkün ve tercih edilebilir bir yol olabileceğini söylüyor. Bu sesin temellendirilebilmesi için bu alanda gerek haklar felsefesi ve politikası üzerinden, gerekse çeşitli bilim dallarının ortaya koyduğu araştırma sonuçları üzerinden gelişen geniş literatürün hazmedilmesi lazım. Adalarda faytonlar ve atlar üzerine söylenenleri bu geniş yazın bağlamında ele alarak üzerinde tekrar düşünmek çok önemli. Böylesi bir çabanın başında olduğumu söyleyebilirim.
Hayvan hakları savunucuları ve fayton savunucuları
Faytonlar üzerine yapılan tartışmalara bakıldığında konunun hayvan hakları savunucuları ve fayton savunucuları şeklinde kamplaştırılarak tıkandığı görülüyor. Bu iki pozisyon birbirini reddeden önermeler üzerine kuruluymuş ve kesinlikle anlaşamazlarmış gibi bir manzara çıkıyor. Oysa, fayton savunucuları da hayvan hakları savunucularının hayvan haklarına ilişkin argümanını benimsemekte. Bu makalede amacım, adalardaki faytonlar üzerinden yaşadığımız tartışmayı felsefi bir düzleme çekerek, hayvan hakları savunuculuğu açısından faytonlara ilişkin farklı bir argümanın ortaya konulabileceğini göstermek.
Adalardan faytonların kaldırılmasını isteyenlerin temel argümanının çıkış noktası çalıştırılan atların iradeleri dışında çalıştırılarak köleleştirilmiş olmaları, insanların atları kendi çıkarları için, bu durumda para kazanmak gayesiyle, sömürmeleri ve hatta ölesiye çalıştırıyor olmaları. Köleleştirilerek ve eziyet edilerek yaşamak bir yaşam hakkı ihlalidir diyen hayvan hakları savunucuları, çözüm, atların yaşam haklarının iadesinde, yani özgürlüklerine kavuşturulmasındadır, diyor. ‘Hayvanların sömürüsüne dayalı, hayvanlara eziyet, şiddet içeren her şey; onların haklarının ihlalidir’ diyor Abdullah Onay, ve soruyor, ‘hayvanları sömürmeye, eziyet etmeye hakkımız var mı’; ‘Bunu hangi gerekçelerle sürdürmeye çalışıyoruz?’
Abdullah Onay’ın sorusu doğru; atlara kötü davranmak anlamına gelen atların sömürüsüne dayalı bir düzenin sürmesi neden istenebilir ki? Bu soruya genellikle hayvanların insan türünden daha geri bir yerde olduğu ve insan türüne hizmet için yaratıldığı, patronun insan türü olduğu, hayvanların insanlardan farklı olarak bilinç sahibi olmadıkları dolayısıyla hayvanlara eşit davranmak için yeterli sebep olmadığı, gibi türcü addedilen, cevaplar verilmekte. Bu tür argümanlar çokça eleştirildi ve bunun sayesinde hayvanlara kötü davranışları cezalandıran kanunlar Batı Avrupa ülkelerinde uygulamaya konulabildi. Atlara kötü davranmak anlamına gelen atların sömürüsüne dayalı bir düzenin sürmesi kuşkusuz istenmemeli, hayvanlara kötü muamele cezalandırılmalı ve bu tür durumlar ortada kaldırılmalıdır. Zülal Kalkandelen’in dediği gibi, ‘insanın ve hayvanın tüm bilinç sahibi duyarlı canlıların yaşamlarını şiddete ve sömürüye maruz kalmadan sürdürme hakkı tanınmalı’.
Mülk muamelesi görmeme hakkı
Buna karşılık, bir grup hayvan hakları savunucusu sorunun kötü kullanımla sınırlı olmadığını öne sürmekte: atlara kötü davranılmasa bile, kendi rızaları dışında çalıştırılıyor olmaları köleleştirilmeleri anlamına gelmektedir ve bu nedenle faytonculuğun devamını istemek onların köleliğini istemeye devam etmektir, doğru değildir. Hayvan hakları savunucuları arasında ‘abolisyonistler’ olarak bilinen bu yaklaşıma göre ‘insan ya da insan harici tüm hissedebilir varlıklar için bir tane hak vardır: Başkaları tarafından mülk muamelesi görmeme temel hakkı.’
Buna göre adalardaki faytonlar mülk olarak çalıştırıldıklarından bu hakları ihlal edilmektedir. Hayvanların serbest iradelerini kullanarak emeklerini insanların hizmetine sunmaları gibi bir durum söz konusu olamayacağından, insanlar hayvanları kendi emelleri için kullanmak üzere güç kullanmışlar ve hayvanları evcilleştirmişler, kendi hakimiyetleri altına almışlardır. En iyi insan ve hayvan ilişkisinde bile insanlar, örneğin ev hayvanını veterinere götürmek için, güç kullanır, istemi dışında ona iğne yaptırabilirler, vs. Hayvanları kendi amaçlarımız için kullanmamalıyız (pet hayvan olarak bakmak gibi) zira onlar bizim malımız mülkümüz değildir, bizim kullanmamız için yaratılmamışlardır, kendileri için varlardır. Her ne kadar ‘insancıl’ olursa olsun hayvanların kullanımı ahlaki olarak meşru değildir. Çözüm, hayvanların mülk olmaktan çıkarılmaları, yani özgürleştirilmesidir. Bunun dışında, reformist mantıkla öne sürülen, sistemi iyileştirmek, faytonculuğu kurallarla düzeltmek gibi öneriler, kabul edilebilir değildir.
Bu yaklaşımı savunanların çözümü adalarda çalıştırılan atların hürriyetlerine kavuşturulmasıdır. Hürriyetine kavuşturmak ise insanlar ve hayvanların birbirlerinden tamamen ayrılarak hayvanların doğaya, insanların kendi insan dünyalarına ayrılmaları şeklinde anlatılmaktadır. Hayvanların Yaşam Hakları Konfederasyonu’nun belediye seçimleri öncesi CHP İstanbul Büyükşehir belediyesi adayı Ekrem İmamoğlu’na imzalattıkları ‘Söz Veriyorum Taahhütnamesi’nin 15.maddesinde bu talep ortaya konmaktadır: ‘Atlı faytonları kaldırarak akülü ulaşım araçları koyacağıma, kurtarılan atların ekolojilerine uygun geniş doğal ortamlarda rehabilite edilerek ölene kadar yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacağıma’ söz veriyorum.
1800 at özgürleştirilince ne yapacaklar?
Hayvan hakları savunucularının bu iki temel savı, yani atların kölelikten kurtarılarak özgürleştirilmeleri gerektiği, ikincisi de, bu özgürleşmenin atlar ile insanların birbirinden ayrılarak gerçekleşebileceği, üzerinde düşünmek gerekiyor. Hali hazırda, bir çok ‘at sever’ (‘at sever’ olarak adlandırdığım bu kesim hayvan hakları savunucularından farklı olarak adalardan faytonların kaldırılmasını doğru bulmuyorlar) Adalarda bugün çalışan 1800 at özgürleştirilince ne yapacaklar diye soruyor, ve Antalya ve İzmir’de faytonculuğun kaldırılması ile ‘özgürleşen’ atların akibetinin hiç de iyi olmadığını ortaya koyuyor. Haklı olarak soruyorlarlar hayvan hakları savunucularına, peki şimdi, atlar kendileri için uygun olmayan hayvanat bahçelerinde bekletilirken nerdesiniz? İnsanlarla ilişkilerinin kesilerek atların ‘doğal ortamlara’ salınarak devlet bakımına alınması önerisi bir çeşit apartheid uygulaması değil midir? Atların ‘doğal ortamlarda’ bakımı bir memuriyet konusu mudur? Atlarla milyonlarca sene birlikte olmuş insanlık olarak onlara karşı yükümlülüğümüz yok mudur? Bu yükümlülüğü devlete paslamakla bizler sorumluluklarımızı yerine getirmiş olur muyuz? Atlarla bunca sene birarada yaşamış ve çalışmış olmamızı bir kölelik ilişkisine indirmek doğru mudur? Bu soruları ve at sevenler perspektifinden verilen cevapları Melda Keskin ve Mahir Başdoğan’ın Adalar Postası’ndaki yazılarında okumak mümkün. Kısaca, ‘at severler’ diye tanımladığım - Yeşil Gazete yazarının ‘atların hayrını farklı bir bakışla düşünenler’ diye tanımladığı - bakış açısını savunanlar, atların evcilleştirilmiş hayvanlar olduklarını (yani yabani ya da ev hayvanı değiller) ve çarenin adalarda ‘faytonların kaldırılması değil, dünyanın bir çok yerinde yapıldığı gibi hazır onlara bakan, besleyen faytoncuları zaten varken; atların sağlığı ve esenliğini gözeten, iklim, fiziksel çevre vb. koşullara uygun projeler yapılarak onlara sahip çıkılması olduğunu söylemekteler. Çare, ‘Binlerce yıllık geçmişi olan insan-hayvan yoldaşlığını, tarihsel ve kültürel mirasımız olan atçılığı yaşatmaya devam etmektir’ demekteler.
Gerek hayvan hakları savunucularının gerekse de ‘at severler’in çıkış noktası atların ‘iyiliği’nin nasıl sağlanacağı sorusu. Bu müşterek endişeyi öncelikle anlamamız gerekiyor. Her ikisi de hayvanlara kötü muamele yapılması, sömürülmesi taraftarı kesinlikle değiller. Bu iki perspektifi birleştiren, aynı etik duruşu sergiliyor olmaları: Nasıl bir insana eziyet etmek ahlaki olarak doğru değil ise, aynı şekilde hayvanlara karşı da benzeri şekilde etik bir tutum almalıyız ve hayvanların ‘hisseden varlıklar’ olarak kendi iyilerini elde edebilecekleri imkanları sağlamalıyız.
Buna karşılık, ‘at severler’ ile hayvan hakları savunucuları arasında derin bir görüş ayrılığı var. Bu görüş ayrılığının temelinde, atların çalıştırılarak sömürülüp sömürülmedikleri ve atların insanlardan ayrılarak özgürleştirilmelerinin atların kendi iyileri açısından doğru bir karar olup olmayacağı, soruları var. Bu soruların temelinde ise insan- at ilişkisinin mahiyeti ile ilgili birbiri ile uzlaşamayacak iki zıt görüş söz konusu.
Öncelikle hayvanlara da, insanlara yaklaştığımız gibi, etik bir ilişki penceresinden yaklaşmak fikrinin yeni bir fikir olduğunu belirtmek lazım. Kant’ın etik felsefesini hayvanları insan ahlak dünyasına dahil edecek şekilde yorumlayan Christine M. Korsgaard’a göre insanlar olarak bizlerin tüm ‘hissedebilir hayvanları’ kendi emellerimiz için bir araç değil, onları kendileri için varlıklar şeklinde görmemiz yükümlülüğü vardır. ‘Kendileri için’ Kant’ın temel bir kavramı; burada bu kavramı açacak yerim yok; isteyenler Korsgaard’ın kitabında oldukça tatmin edici bir açıklamasını bulabilirler. ‘Akran Yaratıklar: Diğer Hayvanlara olan Görevlerimiz’ başlıklı kitabın yazarı (2018) Christine M. Korsgaard’a göre, hayvanlar da, aynen bizim gibi, kendi iyiliklerinin peşinde olan akran varlıklar olarak ahlak topluluğumuza dahildirler. Kuşkusuz, insanlar-arası ahlak ilişkisinin niteliği insan-hayvan ahlak ilişkisinden farklı olacaktır; insanlar otonom ve rasyonel varlıklar olarak birbirleri ile karşılıklılık ilişkisi içindedirler; oysa hayvanlarla böyle bir ilişki mümkün değildir. Dolayısıyla, hayvanlar ahlak topluluğuna insanlardan farklı olarak dahildirler. Demekki hayvanlara ilişkin yükümlülüğümüzün kaynağında vicdan, inanç değil, etik değerler bulunmaktadır. Peki, onlara karşı yükümlülüklerimiz nelerdir? Korsgaard, hayvan haklarını korumayı hayvanların kendileri için var olma koşullarını en iyi şekilde gözetmek şeklinde ele almakta: ‘Hayvanlar da insanlar gibi kendileri için varlarsa o zaman insanların onlara davranışı da onları kendi emelleri için kullanmak değil, hayvanların kendi ‘iyileri’ ile tutarlı bir şekilde onlara davranmaktır.’
Hayvanlarla kurduğumuz ilişkide, demekki, gözetmemiz gereken kendi emellerimiz değil onların kendi iyileridir. Kant’ın bakış açısından farklı olarak, Koorsgard gibi, Martha Nussbaum gibi yeni nesil hayvan hakları etiği üzerine çalışanların üzerinde ortaklaştıkları şudur: hayvanların haklarının gözetilmesi onların kendi iyilerini hayata geçirebilmeleri içindir. Hayvanların ve diğer türlerin kendi iyilerini hayata geçirmelerini engelleyen her türlü davranış – ki kötü muamele bunun başında gelir – doğru değildir ve önlenmelidir. Bu durumda soru, kuşkusuz, hayvanların kendi iyilerinin ne olduğu ve onlara bu iyiyi elde edecekleri şekilde davranmanın bize ne tür yükümlülükler getirdiği olacaktır. Martha Nussbaum bu noktada insan türünün diğer türler üzerinde kurmuş olduğu tahakküme dikkat çeker; ‘diğer türlerin serbestçe kendi iyilerini takip edebilecekleri ortam ve fırsatlar ortadan kalkmıştır’ der. ‘Eğer insanlar bu kadar müdahale ile hayvanların kendi iyileri için varolma koşullarını etkilememiş olsalardı’ demekte Nussbaum, ‘o zaman hayvanları kendi hayatlarını kendi bildikleri şekilde yaşamaları için kendi haline bırakmak en doğru yol olacaktı’, ancak insan müdahalesi o kadar etkin ki, ‘bu yüzden, insan hukuku hayvanların korunmasını sağlayacak düzenlemelere yönelik politik bir çaba göstermelidir’ (307). Bu etik bakışın hukuka yansıması, hayvanların yasaların tanıdığı bir statü kazanmaları, yasal haklarını kazanmaları ve hayvanlara karşı her tür şiddet ve sömürü içeren muamelelerin yasalar tarafından cezalandırılması, Martha Nussbaum’un bahsettiği yeni bir yasal bakışın tesis edilmesi, şeklinde değerlendirilebilir.
Peki, hayvan ve insanları birbirinden ayırmak hayvanların kendi iyileri açısından doğru bir yol mudur? Korsgaard’ın izinden giderek, atlar özelinde, onların kendi ‘iyileri’ ile tutarlı bir şekilde davranmanın yolu onları, konumuz adalar olduğu için, adaların dışına, onlar açısından artık bilinmeyen bir doğaya - Hayvanların Yaşam Hakları Konfederasyonu’nun önerdiği gibi, gönderilen hayvanların bakım sorumluluğunu devlete yükleyerek - göndermek midir? Üstelik çeşitli uzmanlar evcil hayvanların salıverilmek istendiği doğanın dünyada et endüstrisi yüzünden hızla tükenmekte olduğuna işaret ederken? Keza durum Türkiye’de de vahimdir, ormanlık alanlar, örneğin, hızla maden işletmelerine terk edilmektedir. Bu opsiyonun gerçekçi olmadığını Emin Mahir Başdoğan çeşitli yazılarında çok net bir şekilde açıklıyor. Ayrıca, diyelim ki atları insanlardan ayırarak doğaya saldık; atlara karşı sorumluluklarımız bitecek midir?
‘İnsanlık diğer hayvanlarla olan ilişkisinde diğer cinslerin birbirleriyle ve bizle olan ilişkisinden çok farklı bir konumdadır’ demekte Korsgaard; ‘biz onlara onların bize olduğundan çok daha fazla ilgi gösteriyoruz.’ Bu ilgi bir çok insanın hayvanların yol arkadaşlığına ihtiyaç duyuyor olması ile açıklanabilir. Bu ihtiyaç bir yana diyor yazar, hayvanlarla ilişki kurmak, onlarla birlikte çalışmak, onların ne hissetiğini ve neye ihtiyacı olduğunu anlamaya çalışmak, insanların kendi iyisinin özgün bir yönüdür. Hayvanlarla birlikte olmak, onların kendi iyilerini yaşayabilmelerini gözettiğimiz sürece, biz insanlar için iyidir. Atların insanlarla birlikte olması onlar açısından iyi midir?
Bu konuda önemli bir perspektif evcilleşme sürecinde birlikte-evrim kavramını ortaya atanlardan geliyor. Birlikte evrim konusunu çalışanlar evcilleştirilen hayvanlar ve insanların karşılıklı beklentiler içine girerek birbirlerine yakınlaştıklarını ve bu ilişkiden iki tarafın da yararlandığını öne sürüyor. Üremesi ve bakımı düzenli hale gelen hayvanın cinsini devam ettirmesi kolaylaşıyor, buna karşılık tarihte, insanın da neslinin devamı için gereken işlerin yapılabilmesi bu ilişki sayesinde sağlanarak insanın güç kazanması söz konusu olmuştu. Kuşkusuz, işin en başında, evcilleştirmenin aslında hayvanların kendi iyisi için adil bir uygulama olmadığını ve burdan yola çıkarak bugün 6000 yıldır süregelen bu uygulamanın devam ettirilmesinin gerekmediğini savunabiliriz. Atların geri-evcilleştirme sürecine (yani yabani hayata geri döndürme) tekrar dönmeleri konusunda, insanların zora dayanmayan ve en az müdahale içeren yöntemlerle, sorumluluk alabilmeyi isteyeceklerini öne sürenler var. Bunun sağlanabilmesi için, Adalar atlarını ele alacak olursak, 1800 at için uygun alanlar ve bu yabani hayata geri dönüşü hayata geçirecek bir sürü insan gerekecek. İnsanların kendi hayatlarını değiştirip atlarla birlikte yabani hayatın bir parçası olarak yaşamaları gerekecek. Böyle bir opsiyon gerçekçi mi; keşke diye düşünüyor insan.
Siyaset bilimci Will Kymlicka farklı bir seçenek önümüze koyuyor; evcilleştirilmiş hayvanların insanlarla işbirliği yapma ve iletişim kurma yeteneklerinin gelişmiş olduğunu ve dolayısıyla vatandaşlıklarının düşünülebileceğini söylüyor. Evcilleştirme ancak insanlarla bir güven, iletişim birarada olabilme ve istenilene cevap verebilme kapasitesine sahip hayvanlarla olabildiğinden hayvanlara vatandaşlık verme fikri hem mümkündür hem de ahlaki olarak gereklidir. Onlarla ilişkimizi hakimiyet üzerinden değil adalet üzerinden tanımlayan bir vatandaşlık modelidir önerilen. Christine Korsgaard da bu noktada atlar gibi evcilleştirilmiş hayvanların mülk olarak değil de haklarının kanunlarla korunduğu bir çeşit bağımlı vatandaş muamelesi görmesi olasılığından bahseder. Martha Nussbaum hayvanların sömürüldüğü ya da kullanıldığı değil insanların onlarla arkadaş olduğu bir dünyaya evrilmemizin önemini vurgular. Vatandaşlık vererek evcil hayvanlarla, adil bir şekilde, birlikte olmak, onlarla yaşantımızı paylaşmak, hatta, Kymlicka’nın önerdiği gibi, çalışma haklarını da teslim ederek, birlikte iş yapmak!
Burdan adalarda faytonlarda çalıştırılan atlara gelebiliriz. Bu atların kendi iyileri bakımından insanların ihtiyaçlarına yönelik bir çalışma rejimi içine sokulmaları doğru mudur? Sömürüye, eziyete dayalı bir rejimin doğru olmadığı açık. Yukarda da değindiğim gibi, abolisyonist hayvan hakları savunucularına göre atların çalıştırılmaları söz konusu olamaz; atlar kendi rızaları ile serbest bir şekilde at-güçlerini değişime sokmadıklarından ve kendi istemleri dışında çalıştırılıyor olduklarından, baştan hak ihlaline uğramış durumdadırlar. Atların hak ihlalini önlemek demek onların bu zoraki çalıştırılma durumundan kurtulmalarını sağlamak, yani kölelik durumlarının sona erdirilmesi ve özgürleştirilmeleri gerekir. Emin Mahir Başdoğan gibi, atları seven ve atlarla insanların birlikteliğini savunanlar için ise atların çalıştırılmasına atlarla insanların birlikte çalışması şeklinde bakmak gerekir; zoraki bir köleleştirme değil, insan ve atın birlikte ter döktüğü ve buna karşılık birlikte kendi iyilerini elde etmeye çalıştıkları bir karşılıklı bağımlılık, varlık ve dayanışma ilişkisi. Bu çetrefilli konuda, 2014 yılında yaptığı bir söyleşide Will Kymlicka, ilginç bir önerme yapıyor: sosyal hayvanlar (insanlar ve diğerleri) anlamlı iş ve görevlerle ve işbirliği gerektiren çalışmalarla kendilerini geliştirirler. Günümüz dünyasında hayvanlara yüklenen tüm işler, evet, ‘zorlamadır ve sömürüye dayanır’ fakat ‘adaletin sağlandığı koşullarda hayvanların çalışma haklarının sağlanması tam anlamıyla tanınmaları ve vatandaş olarak katılımlarının istenir ve makul bir boyutu olabilir.’ Yani, ‘Ada At ve Biz Çalışma Grubu’nun anlatmaya çalıştığı gibi, ‘tıpkı insan bakımında ve emeğin korunmasında olduğu gibi, çalıştırılan hayvanın bakımında ve emeğinin korunmasında da yasalar ve kamu kurumlarının dikkatli çalışmasıyla hepimizin ilgisi atların sağlığı, bakımı ve çalışmasının karşılığının verilmesi üzerinde odaklanacaktır.’ Yani, hakları güvenceye alan kuralların işletilmesi suretiyle adil ve haklara riayet eden bir çalışma ilişkisi kurulabilir. Adalarda faytonculuk, hayvanların hak ihlalinin yapılmadığı, ve atların iyisinin yerine getirildiği, at ve insan iyisinin birlikte sağlandığı bir meslek olarak sürdürülebilir.
Bugün adalarda ilginç bir durum ile karşı karşıyayız: 220 küsür faytona koşulan yaklaşık 1800 at adalarda yaşıyor ve çalışıyor. ‘Farewell to the Horse’ (Ata Veda) başlıklı kitabın yazarı Ulrich Raulff’un anlattığı ‘at-ötesi dönem’ adalarda henüz açılmamış durumda. Belki dünyada yarış atı ve gösteri hayvanı olmak dışında çalışarak insanla birlikte varolan bu sayıda at başka bir yerde yoktur. Buna karşılık, Adalarda adil bir yaşam ve çalışma koşuluna sahipler mi atlar? Hayır! Çalıştırılan atların ahırlarının kalitesinden, dinlenme yerlerine, gezi alanlarına, sağlık hizmetlerine erişimine kadar bir çok şart ne kamu kurumları ne de sektörün kendisi tarafından karşılanmamış, yönetmelikler hayata geçirilmemiş durumda. Demek ki karşımızda adaların atlarının haklarını nasıl yerine getireceğimiz, atların kendi iyilerini yaşayabilecekleri bir ortamı sunmak konusunda nasıl yardımcı olabileceğimiz soruları duruyor. Bu sorulara, atları çalışma zorunluluğundan kurtararak kendi başlarına yaşacakları doğaya salıvermek şeklindeki hayvanseverlerin verdiği cevabın yetersizliğini yukarda tartışmaya çalıştım. Bir çok adalının da ifade etmeye çalıştığı bu; insanlar ‘özgürleştirilecek’ atların akibetinden büyük endişe duyuyor, atları insanlardan ayırınca ve doğaya salınca sorumluluklarımızın bitmeyeceğini düşünüyor. Atlar gibi geçmişi binlerce yıla dayanan evcilleşme sürecini geçirmiş olan hayvanlar söz konusu olduğunda onları insanlardan ayırmak değil, insanlarla olan ilişkilerini haklar üzerinden gelişen yeni bir düzleme taşımak hem onlar için hem bizim için iyi olacaktır, diyor pek çok Adalı. Üstelik, adalarda insan ve at ilişkisini, tüm mevcut olumsuzluklara rağmen, karşılıklı iyilerin kollandığı bir birlikte çalışma ve yaşama şeklinde, giderek ufalmış ve zayıflamışsa da, on yıllardır sürdürmeye çalışan bir faytoncu geleneği mevcut. Neden bu deneyimi ve bu kültürü daha iyileştirmeye çalışmıyoruz ve atları hep birlikte öğrenmeyi, sevmeyi, onlarla birlikte yaşayarak sorumluluklarımızı yerine getirmeyi düşünmüyoruz?
Martha Nussbaum’un dediği gibi, ‘hayvanlara karşı sorumluluğumuzun birincil konusunun onlara kötü davranılmasını engellemek olduğunu savunmakla birlikte, bu noktada duramayız’. Zira atları evcilleştirerek değiştirmişiz ve ayrıca onları salıvereceğimiz ‘doğa’yı da ortadan kaldırmışız. Bu durumda sorumluluklarımızın kapsamını yeniden düşünmemiz gerekiyor. İşte bu noktada, insan ve atın haklarının korunduğu ve iyilerinin gözetildiği bir rejimde birlikte varolmaları, yaşamaları ve çalışmaları bu sorumluluklarımızı yerine getirmemiz bakımından bir ilk adım olarak tercih edilebilir.
Martha Nussbaum’un hayvanların ‘kendilerini geliştirebilmeleri’, iyilerini yaşayabilmeleri için hem hukuğun hem kamu politikasının izlemesi gereken ilkeler listesinden yola çıkarak adalar atlı cumhuriyetimizin atlara ilişkin geliştirebileceği hedefleri şöyle sıralayabiliriz:
Normal yaşam süresini yaşayabilmek, erken ölmemek, ve yaşamaya değer bir hayat yaşamak.
Kötülük, şiddet, eziyet, bakımsızlık gibi muamemelere uğramamak ve bu tür muamemeleri yapanların cezalandırıldığını görmek.
İyi bir sağlığa sahip olmak, iyi beslenmek ve yeterli yaşam koşullarına sahip olmak.
Türünü devam ettirecek sağlığa, imkana ve seçime sahip olmak.
Hareket özgürlüğüne sahip olmak ve korunmuş yaşam alanlarına sahip olmak.
Koşturmak, dinlenmek, oynamak, gibi iyi deneyimlerin yaşanabileceği çeşitli faaliyetleri yapabilecek alanlara ve imkanlara sahip olmak.
Birbirleriyle serbestçe birliktelikler kurmaya ve kaynaşmaya imkan verecek koşullara sahip olmak.
Korku, endişe gibi duygulara mahal verecek durumlardan korunmak. Sevgi göreceği ortamlar ve imkanlara sahip olmak.
İnsanlar tarafından değer verildiklerini ve erdemli yaratıklar olduklarını hissetmek.
Tüm canlılara adil davranan ve haklarını koruyan ve kollayan bir siyasi rejimde yaşamak. (AA/DB)
* Bu makaleyi yazarken çok uzun bir gel-git süreci yaşadım. Farklı argümanlar arasında kaldığım oldu. Çok sayıda adalı ve adalı olmayanlar bu yazının farklı versiyonlarını okudu ve yorumları ile destek oldu, çok müteşekkirim onlara. Düşünme sürecinde Açık Radyo’da yaptığımız Dünya Mirası Adalar programında bu konuyu işlediğimiz programlara gelen eleştiriler çok önemli veriler sağladı. Hayvan hakları konusundaki tartışmamız belli ki sürecek; ümidim adalar atları için, onların iyisinin en iyi şekilde yerine getirileceği, insanlık olarak onur ve mutluluk duyacağımız, bir haklar rejimini kurabilmek ve çalıştırabilmek.
Yararlanılan kaynaklar
Abdullah Onay, Hayvanların Aynasında İnsan
Adriano Mannino, Will Kymlicka on Animal Co-Citizens - Interview Part 1, 2014.
Animal Rights: The Abolutionist Approach,
Christine M. Korsgaard, fellow creatures: our obligations to the other animals, Oxford University Press, 2018.
Emin Mahir Başdoğan ve Melda Keskin, ‘Fayton yasağı övünülecek bir şey değildir, atları “kurtarmak” hiç değildir!’, Adalar Postası, 18 Ağustos 2019.
Martha Nussbaum, ‘Beyond Compassion and Humanity: Justice for Nonhuman Animals’, Sunstein, Cass R. ve Nussbaum, Martha C. (Derleyenler) Animal Rights: Current Debates and New Directions Oxford University Press, 2005.
Sue Donaldson ve Will Kymlicka, Zoopolis: A Political Theory of Animal Rights, Oxford University Press, 2013.
Ulrich Raulff, Farewell to the Horse, Penguin Books, 2018.
Zülal Kalkandelen, Vegan Devrimi ve Hayvan Özgürlüğü, Kült, 2019.
(Asu Aksoy'un yazısı eşzamanlı olarak adalıdergisi.com'da da yayımlandı.)