Adanın kapasitesi demografik patlamaya hiç müsait değil...
Yeterince yerimiz olmadığından dışarıdan her geleni kabul edecek hâlimiz yok...
Adada yaşam şartları farklı ve ağır, tabiatın gücüne karşı koyamazsınız...
Yeni gelenlere adada nasıl yaşadığımızı öğretmemiz, onlara örnek olmamız lazım...
Adaya gelip yerleşmek isteyenlerin adaya kayıtsız şartsız sevgilerini ifade etmesi şart...
Adanın sınırlarını, ada yaşamının monotonluğunu kabul etmeden yaşamak imkânsız...
Adaya, anayasal değişiklikler yapılmak suretiyle hususi bir statü kazandırmak lazım, hatta adanın bağımsız bir devlet konumuna sahip olması gerekir...
Ada, hafta sonunu geçirmeye geldiğinde heveslenip yerleşmeye karar verenlerin sandığı gibi bir yer değil...
Pasifik Okyanusunda şu anda Şili'ye ait Robinson Crusoe adasının yüz ölçümü 47.94 kilometre kare olmasına rağmen, ahalisi bu şekilde konuşabiliyorsa, İstanbul'un Yassı ve Sivriadası için öngörülen projelerin fazlasıyla klostrofobik olduğu tartışılmaz.
İsmini Daniel Defoe'nun meşhur romanından alan kasvetli ada, millî park statüsünden dolayı yüz ölçümünün yüzde dördü gibi kısıtlı bir meskûn alana sahip olsa da, SİT alanı Prens Adalarından Yassıada'nın 0,052, Sivri'nin de 0,045 km2'lik fazlasıyla dar birer kaya parçası olduğu yadsınamaz.
Üstelik 2010 yılında Robinson Crusoe'daki yerleşim alanını silip süpüren tsunami sonrasında adalılara yardımcı olmak üzere topluca adaya gelenlerin yarattığı kaos unutulmuş değil.
O zamandan günümüze nüfusun yüzde 35 oranında hızla artmış olması da adalıların içine dert olmuş.
Yassıadada inşa edilmiş tüm binaların full kapasiteyle hizmet verdiği anda küçücük adadaki izdihamı, İstiklal caddesinin en kalabalık anlarını hatırlatacak insan nehrini tasavvur edebiliyor musunuz?
Peki Marmara Denizinin İstanbul'daki en agresif dışavurumu, malum lodos fırtınalarından biri sırasında saygın misafirler topluluğunun deniz araçları veya helikopterlerle ana karaya taşınma zorunluluğu doğduğunda yaşanacak paniği düşünebiliyor musunuz?
İsviçre'nin en saygın ve eski sinema etkinliği Locarno Festivalinde geçtiğimiz yaz gösterilmiş olan Adalı (Insulaire/Islander) adlı estetik yapım, adalılığı bilmeyenlerin mutlaka seyretmesi gereken, geleneksel belgesel formatında hakikaten büyüleyici bir film.
Tecrübeli sinemacı Stéphane Goël mümkün olduğunca girift bir senaryoya dayandırdığı eserini, coğrafyanın zenginliklerini cömertçe teşhir eden birbirinden etkileyici sekanslarla süslemiş.
Goël bizi 92 dakikalığına okyanusun ortasına sürükleyip adayı silinmemek üzere hafızamıza yerleştiriyor.
Hayalperest aristokrat
Şili devleti, Juan Fernández adalarından, ana karadaki San Antonio'ya 416 mil mesafede bulunan Robinson Crusoe'ya bu ismi popülerlik kaygısıyla 1966 yılında vermiş.
Her ne kadar Defoe'ya ilham vermiş talihsiz denizci Alexander Selkirk'ün adada 1704-1709 arasında yaşamış olduğu bilinse de roman Karayip denizinde geçiyor.
Zaten filmimizin esas kahramanı Crusoe değil, İsviçreli hayalperest aristokrat Alfred von Rodt, tıpkı Yassıadayı Sultan Abdülmecit'ten satın alan Sir Henry Bulwer gibi biri yani.
Ülkesinden, ailesinden ve geleneksel hayat tarzından mümkün mertebe uzak yaşamaya karar vermiş olan isyankâr Alfred uzun süre boyunca birbirinden iddialı, bazılarınca fantastik birçok projeyi adada iyimserlikle yürürlüğe koymayı denemiş.
At yetiştiriciliği, klasik hayvancılık, tarım ve balıkçılık bir yana, fok derisi ve köpek balığı yağı ticareti gibi girişimleri olmuş. Zaten günümüz adalıların esas geçim kaynağı ıstakoz avcılığı.
Kendini adanın muhteşem doğasına kaptırmış olan Alfred coştukça coşmuş. Başarısızlıkları onu yıldırmamış, çetin tabiat şartlarına karşı inatla mücadele edip direnmiş. Arada Bern'deki medeni yaşamını özler gibi de olmuş; fakat ona ailenin kara koyunu muamelesi yapan varsıl akrabaları Alfred'den ümidini kesmiş.
Ada sıkabilir
Adalıların ana karaya olan bağımlılığı Alfred'i yıpratan unsurlardan biriydi; adada hayal ettiği, huzur kaynağı olarak gördüğü bağımsızlığı yakalayamamıştı.
Tıpkı Osmanlı başkentini bırakıp ıssız Yassıada'dan medet uman Birleşik Krallık elçisi Bulwer gibi.
Wikiwand'da anlatıldığına göre, Bulwer Yassı'ya lüks eşyalar taşıtarak burada biri batı tarafında, biri ortada olmak üzere adeta bir şato görünümünde iki bina inşa ettirir, serası ve bağıyla bahçesini taçlandırır.
Bir yandan bahçıvanlardan ürünler hakkında malumat toplarken, bir yandan da misafirlerini ağırlar. Bahar ve yaz ayları bitince, İngiliz elçisinde birden sıkıntı başgösterir. Bunun üzerine Londra'da Times gazetesine ilan vererek Yassıada satışa çıkarılır.
İlle de Robinson Crusoe'lu olmaya çalışan Alfred 28 sene boyunca çabalamış, oysa Boğaz'ın akıntısına, çalkantılı olduğu kadar tehlikeli denizine ve rutubetine dayanamayan Bulwer fazla direnememiş gibi görünüyor.
Yine Wikiwand'daki Yassıada maddesinde anlatıldığına göre, dikkate değer bir rivayet de şudur: İnşaat yapılırken bir lahdin içinde çok değerli mücevherler bulunur, bunun üzerine Osmanlı hükümeti Bulwer'dan adayı bir Türk'e satmasını ister.
Bu kez arazi, bahçe, bağ ve binalar Mısır Hidivi İsmail Paşa'nın ilgisini çeker ve adayı satın alır. Fakat o da kısa bir süre sonra şehirden uzak olan Yassıada'dan sıkılır.
İlelebet adalı
1965'te Lozan'da doğmuş hassas ruhlu belgeselci Stéphane Goël ince ince dokuduğu filmde maceraperest aristokrat Alfred'in mektuplarından da yararlanıyor.
Senaryoyu beraber kotardığı Antoine Jaccoud'nun sözkonusu yazışmalardan hazırladığı muhtelif monologları meşhur aktör Mathieu Amalric kulakları okşayan ses tonuyla, tatlı tatlı seslendiriyor.
Besteci ve icracı Sara Oswald'ın klas dokunuşları eşliğinde kahramanımızın "İlelebet adalı" olma dileği belgesel estetiğinin hakkı verilerek, zarafetle telaffuz ediliyor.
İnsanı yumuşacık duygularla dolduran eserde kaotik şehir hayatından uzak yaşamaya alışmış, (2012 yılı nüfus sayımına göre) 843 kişiyi tabiat şartlarının takvimine uyarak hayatını idame ettirirken izliyoruz. Kimi adanın endemik bitkilerinin bakımını üstlenmiş, kimi nüfusu ölçüsüzce artmış tavşan popülasyonunu dengelemekle meşgul.
Uçsuz bucaksız sahillerde sereserpe uzanmış veya insan gördüğünde okyanusa dalıveren, zarif foklardan müteşekkil kalabalık sürüye bakıp hipnotize olmamak ne mümkün; hayatının son kısmını Sivriada'nın arkasındaki ürkütücü mağarada geçirmiş olan İstanbul'un son fokunu unutmak da keza!
Robinson Crusoe adasının dik yamaçlarında katırlarıyla dolaşıp büyükbaş hayvanlara çobanlık yapanları zevkle izlerken, hayatını şiddetli fırtınalarda kaybetmiş olan birçok balıkçıya saygı duruşunda da bulunuyoruz.
Bazen yük gemileriyle, bazen pervaneli küçük uçaklarla adaya gelen turistlere Robinson Crusoe'da pek tahammül edilemiyor.
İsviçreli aristokratın büyük torunlarından Juan Torres De Rodt'un da dahil olduğu gruptaki adanın yerlileri yabancı ziyaretçilere "Los plásticos" (Plastikler) adını takmış. Ne de olsa adada plastik objelerin, dolayısıyla plastik atıkların ortaya çıkması dışarıdan gelenlerden biliniyor.
Dünyadaki su kaynaklarının, denizlerin ve okyanusların büyük çaplı plastik çöpler dışında, plastik parçacıklarla kuşatıldığı zaten malum.
Fakat tabiatla mümkün olduğunca barışık yaşamaya çalışan Robinson Crusoe'lulara kıyasla, ana karadan gelen kentlilerin ruhlarının bile plastikleştiğini kahramanlarımızın bıyık altından gülümseyerek ima ettikleri seziliyor.
Tatmin edici belgesel
IMDb sitesinde belirtildiği şekilde Adalı adlı belgesel, ada ahalisinin ve doğasının saflığını temel alan, rüyaya benzer bir hayatın ütopyası hakkında.
Şimdiye kadar kimseye faydası dokunmamış lanetli Yassı ve Hayırsız adıyla da anılan Sivriada projesini ütopik bulanlar da zaten çoğunlukta.
IMDb'nin iddialı sözleriyle Adalı filmi günümüz toplumlarının korkuya dayanan benmerkezciliği hakkında güçlü ve sinematik bir metafor.
Belgeselin sonlarına doğru adaya gelen, saygın olduğu kadar mütevazı bir şahsiyeti takip etmeye başlıyoruz. Aynı zamanda adanın ileri gelenlerinin katılacağı bir açılış için taşraya yaraşır hazırlıklar yapıldığı da gözden kaçmıyor.
Mevzubahis beyefendi İsviçre'nin Şili'deki nispeten genç sefiri ve adaya aristokrat Alfred von Rodt'un anısına resmiyet kazandırmak üzere teşrif etmiş.
Her ne kadar Alfred adanın son sömürgecisi kabul ediliyor olsa da Robinson Crusoe adasına faydaları kesinlikle yadsınmıyor, önemsenip taştan bir plaketle taçlandırılıyor; hatta yerleşim alanının önemli caddelerinden birinin adı değiştirilmek suretiyle, tahtadan gayet sade ve kesinlikle şık bir levhaya Alfred von Rodt ismi kazınarak anısı sabitleniyor.
ISLANDER - Trailer from Climage on Vimeo.
Bizim Alkatraz
Proje tamamlanma aşamasında, yani Yassıada'da yol yakınken benzer bir uygulamaya ne dersiniz? Üstelik adaya yeni verilen Demokrasi ve Özgürlük Adası ismine uygun olarak acımasız yöneticilerin icraatı bir kez daha dışa vurulmuş ve adalet yine bir şekilde yerini bulmuş olur.
Mesela Yassı'nın yeni sokaklarından birine, Rumca adıyla Plati'ye sürgüne yollanmış Doğu Roma'nın Patriği Ignatios'un, bir diğerine Ermeni Katolikos'u Narses'in adı verilebilir. Böylece entrikalarla özdeşleştirilen Bizans'ın çirkin icraatı bir kez daha ortalığa saçılmış olur, hafızalara bir kez daha kazınır.
Sivri'nin, ya da eski adıyla Oksia'nın daha da yabani varlığına uygun olarak belki o adaya emeği geçmiş, belki Sait Faik'le güçlü akıntıya karşı kürek çekmiş, onunla bir iki el tavla atmış veya arada sırada beraberce "duziko" içmiş kalender bir Rum balıkçısının anısı ölümsüzleştirilebilir.
Olmadı, ailesi Engizisyon zulmünden kaçıp Minorca Adasından göç edeli yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen denizciliği genlerinde taşımaya devam etmiş, Sivriada'nın çalkantılı batısına çapasını atıp sivriburun karagöz avında ustalaşmış Yahudi oltacı Niso'nun anısı ilelebet yaşatılır... (MT/PT)