Dört bir yanınız tel örgüyle kaplı, elinizde kendinizi savunacak herhangi bir olanağınız yok. Tek gücünüz bedeniniz. Sözlerin havada kaldığı ve yanıt bulmadığı yerde yapacağınız tek şey bedeninizi ortaya koymak olabiliyor kimi zaman. Ve onu açlığa yatırırsınız. Ta ki bir sonuç alıncaya kadar. Çok da kolay değildir elbet. Siz onurunuzu korumak için canınızı ortaya koymuşken üzerinizde birçok politika yürütülür. Duyarlılık gösterenler, inanmayanlar, içeriğinden uzaklaştıranlar, boşa çıkartmaya çalışanlar, görmezden gelenler, sosyal medyadan vicdan muhasebesi yapanlar, tepki verenler ve en kötüsü de sessiz kalanlar. Sözün bittiği yerde başlayan açlık grevi, kişinin çığlığını duyurması için son çırpınışıdır.
Geçtiğimiz hafta yayınlanan bir haberde Edirne Cezaevi’ndeki koşulların düzeltilmesi için HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın açlık grevine girdiği duyuruldu. Çok geçmeden haber sosyal medyada ve ulusal kanallarda hızla yayıldı. Her tarafta açlık grevlerine yönelik duyarlılık çağrısı yapılıyor, köşe yazarları Demirtaş üzerinden açlık grevlerini köşelerine taşıyordu. Böylece neredeyse toplumun yarısından fazlasının bihaber olduğu cezaevlerindeki açlık grevinin varlığından haberdar olundu. Ancak çok geçmeden hatta bir günü bile tamamlamadan Edirne Cezaevi’ndeki yetkililerle koşulların düzeltilmesine yönelik anlaşma sağlandığı ve açlık grevinin bitirildiği haberlere düştü. Herkes rahat bir nefes aldı ve açlık grevi kamuoyunun gündeminden çıktı.
Ancak unutulan bir şey vardı. Sonuç olarak sadece Edirne’deki grev sona ermişti. Oysa ki Türkiye cezaevlerinde, OHAL ile birlikte ağırlaşan koşullar ve yaşanan hak ihlallerine; başta tecrit olmak üzere Kürt meselesini çözümsüzlüğe sürükleyen bütün politikalara dikkat çekmek amacıyla başlatılan süresiz- dönüşümsüz açlık grevleri devam ediyordu. Şakran T2, Şakran T3, Şakran T4, Şakran Kadın, Sincan Kadın, Tekirdağ T1, Tarsus Kadın, Bolu F Tipi, Antalya L Tipi, Hatay T Tipi ve Kepsut Cezaevi’nde 26’sı kadın toplam 96 tutuklu açlık grevinde. Şakran’daki grev 50. gününe dayanmış durumda. *
Mahpuslara yönelik hiçbir iyi niyet adımının atılmamış olması nedeniyle Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan milletvekillerinden Ayhan Bilgen, Meral Danış Beştaş ve Nihat Akdoğan’ın girmiş oldukları açlık grevi ise beşinci gününe girdi.
Milletvekili Meral Danış Beştaş’ın süresiz dönüşümsüz açlık grevlerine dair 4 Nisan tarihli mesajı; “Şakran Cezaevi başta olmak üzere Tekirdağ Cezaevi ve diğer cezaevlerinde devam eden açlık grevleri artık ölüm sınırına dayanmıştır. 1 Nisan 2017 tarihi itibariyle başlatmış olduğumuz açlık grevi eylemimiz tek kelime ile 'hukuka ve yasaya uyulması çağrısı’dır. Nitekim açlık grevindeki mahpusların talepleri insani ve hukukidir. Biz milletvekillerinin, şahsımıza yönelik hiçbir talebi bulunmamaktadır. Talebimiz; süresiz-dönüşümsüz açlık grevlerinin başlangıç dayanağı olan, cezaevlerinde gayri insani ve onur kırıcı uygulamalara son verilmesidir” şeklinde.
Açlık grevlerine yönelik sorulara cezaevi yönetimi tarafından yanıt verilmemesinin yanı sıra tutuklular, çeşitli saldırılara da maruz kalıyor. 3 Nisan tarihinde İzmir Şakran T4 bölümündeki açık görüş esnasında, gardiyanlar tarafından tutuklu ve yakınları taciz edilmiş ardından fiziki saldırıya maruz kalmışlar.
Süresiz-dönüşümsüz açlık grevinin sürdüğü Tarsus Cezaevinde, açlık grevindekilerin talebine rağmen B 12 verilmiyor.
Van T Tipinde 8 Mart’ta açlık grevine başlayan 10 kişilik ilk grup, 16 Mart’ta kendi istemleri dışında Tekirdağ T-1’e nakledildi. Tekirdağ’a sürgün edilen 10 mahpusun açlık grevi devam ediyor.
Yine Van T Tipinde süresiz-dönüşümsüz açlık grevine başlayan 15 kişilik ikinci grup kendi istemleri dışında Bandırma F Tipine nakledildi. Basına yansıyan bilgilere göre, Bandırma Cezaevine sürgün edilen 15 tutsak çıplak aramaya maruz kalmış ve darp edilmiş.
Cezaevlerindeki açlık grevleri yeni değil. Nazım Hikmet’ten, Deniz Gezmiş’e, Kemal Pir’lere ve bugüne devam eden açlık grevleri hatırımızda. İnsanlık dışı uygulamalarıyla bilinen Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’ndeki ölüm orucundan, 32 kişinin hayatını kaybettiği yakın tarihteki “Hayata Dönüş” denilen operasyona kadar. Ve ardından ölüm orucuna yatanların maruz kaldığı, hayatta kaldığında tüm yaşam kalitesini etkileyen Wernicke Korsakoff Sendromu kazındı beynimize.
O dönem arabuluculuk için Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Orhan Pamuk gibi aydınlar girişimlerde bulunurdu. Adalet Bakanı çıkıp açıklama yapmak zorunda kalırdı. En azından basında görebiliyorduk, seslerini duyabiliyorduk. Dışarıda dikkat çeken eylemler yapılıyordu. Bugün ise gerek toplumda gerekse toplumun öncü aktörlerinde ürkütücü bir sessizlik hakim. Muhalif partilerin, kurum ve kuruluşların tek gündemi referandum. Ne yazık ki bu dönemde bu grevlere ses olabilmek için herhangi bir inisiyatif geliştirilmiyor. Edebiyatçılardan, sanatçılardan, aydınlardan tek kelime yok.
Ne demiştik; sözün bittiği yerde başlayan açlık grevi, kişinin çığlığını duyurması için son çırpınışıdır.
Kulaklarımızı bu çığlığa kapatıp, sessizce izlemeye devam mı edeceğiz.
Unutmayalım yarın çok geç olabilir. (BD/HK)