Açlık… Bu günlerde duymaya pek alışık olduğumuz bir kelime. Türkiye’de açlık ve yoksulluk sınırını gösteren rakamlar yükseldikçe, açlık çeken insan sayısı da artıyor. Açlık; bir açın, fiziken ve ruhen neler yaşadığını anlatması açısından çok önemli bir roman. Onu edebi bir başyapıt yapan da şüphesiz; ana karakter açlık içinde kıvrandığında, günlerce aç kaldıktan sonra midesi yemek kabul etmediğinde, aç değilmiş numarası yaptığında okuru kahramanın zihnine sokarak o anı eş zamanlı olarak yaşatması.
Knut Hamsun'un 1890'da yayımlanan "Açlık" romanı, modern edebiyatın dönüm noktalarından biri olarak kabul ediyor. Bilinç akışı ve iç monolog tekniklerinin kullanılmasında öncüler arasında yer alan bu roman, Nobel ödüllü Knut Hamsun’un en bilinen, hala bile en çok okunan başyapıtı.
Yine kısa ama okuması sandığınızdan uzun süren bir roman, açlığın, yoksulluğun insan bedeni ve psikolojisi üzerindeki etkilerini öyle derinlemesine anlatıyor ki, düşüne düşüne, ağır ağır okumayı tercih ediyorsunuz.
Yazar ile ilgili bilgileri en sona saklayarak, bu yazıya romanda yaşananlar, alt metinler, çözümleyebildiklerimizle devam etmek istiyorum. Norveççe orijinal adı “Sult” olan Açlık romanında, anlatıcı bizzat romanın kahramanı. Hamsun’un kendisinin yaşadığı, deneyimlediği bir dönemi anlattığı için romanı yarı otobiyografik olarak değerlendirenler de var.
En etkileyici giriş cümlelerinden biri
Açlık romanı Türkçeye ilk kez 1934 yılında Peyami Safa tarafından çevrilmiş, ardından 1956 yılında Behçet Necatigil çevirisiyle yayımlanmış. Romanı ben Can Yayınları’ndan Deniz Canefe ve Haydar Şahin çevirisi ile okudum. “O sıralar Kristiania’da, gelip geçende izler bırakan bu ilginç şehirde, başıboş dolanıyor ve açlık çekiyordum…” diye başlıyor bu çeviri.
Behçet Necatigil çevirisinde bu cümle şöyle yer alıyor: “Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristiania’da aç acına sürttüğüm günlerdi.”
Orijinali “Det var i de dager jeg gikk omkring og sultet i Kristiania, denne forunderlige by som ingen forlater før han har fått merker av den” olan bu giriş cümlesi, hem Norveç edebiyatının hem de dünya edebiyatının unutulmaz giriş cümlelerinden biri olarak kabul ediliyor. Çünkü daha ilk cümle romanın atmosferini ve ana karakterin içinde bulunduğu durumu hemen okuruna hissettiriyor.
İsimsiz kahramanla evrensel deneyim
Kahramanımızın sözünü ettiği Kristiania, bugünkü Oslo şehri. Kahraman kahraman diye söz ediyorum çünkü ana karakterin adı romanda hiçbir yerde geçmiyor. Bu isimsizlik, kahramanın toplumdan yabancılaşmasını vurgulayan önemli unsur. İsimsiz bir karakterin içsel dünyasına ve psikolojik mücadelesine dahil olmak, okuyucunun karakterle daha derin bir bağ kurmasını sağlıyor. Ayrıca karakterin isimsizliği, evrensel bir insan deneyimini temsil ediyor.
Fiziksel açlığın psikolojik yıkıcılığı
Romanın en belirgin ana teması adından da anlaşılacağı üzere; açlık. Roman fiziksel açlığın insan psikolojisi üzerindeki yıkıcı etkilerini çok iyi anlatıyor. İsimsiz bir yazar olan kahramanımız, yazdığı makalelerle kazandığı birkaç kron ile geçinmeye çalışıyor. İşler her zaman umduğu gibi gitmiyor; yazarımız roman boyunca bizzat kendi ağzından açlık ve yoksullukla mücadele ederken, fiziksel ihtiyaçlarının zihinsel durumunu nasıl etkilediğini yansıtıyor.
Açlık, sadece fiziksel bir durum olmaktan çıkıyor, yazarın ruhsal dünyasını da ele geçiriyor.
Yalnızlığın ve yabancılaşmanın etkileri
Hamsun, açlığı, onun yarattığı fiziksel acıları ve zihinsel karışıklığı anlatabilmek için kaç gün aç kalmıştır? Romanı okurken sık sık bu soruyu düşündüm. Bir de tabii yazma tutkusunun peşinden giden kahramanımızın, nasıl yalnız ve kimsesiz birisi olduğunu. Adı gibi bir geçmişi, ait olduğu bir ailesi, kökü bulunmayan, yakın arkadaşları yerine sadece tanıdıkları bulunan kahramanımız, toplum dışına itilen bireyin varoluşsal sancılarını da çok net yansıtıyor.
Toplumun normlarına ve beklentilerine uyum sağlayamayan bir birey olan isimsiz yazar, yaşadığı yalnızlık ve yabancılaşma hissini davranış ve düşünceleriyle bize ulaştırıyor.
Tutku ile onur arasında verilen mücadele
Karakterin bilinç akışını yansıtan iç monologlar ve betimlemelerle dolu bu roman, karakterin zihnine girerek onun içsel çatışmalarını, psikolojik durumunu derinden anlamamızı sağlıyor. Böyle olunca açlık hissinin kendisi kadar; tutkusunun peşinde koşan bir insanın onurunu kaybetmeden nasıl ayakta durmaya çalıştığını görmek de çok etkileyici.
Kahramanımız kendi açlık ve yoksulluk durumuna rağmen, kendisinden yardım dileyen hiç kimseyi geri çeviremiyor, hatta bir dilenciye para verebilmek için gidip yeleğini satıyor. Bu davranışın bir empati duygusu ve dayanışma dürtüsünden kaynaklandığını söylemek mümkün.
Ancak roman boyunca tanık olduğumuz olaylar, yardım edebilme çabasının altında başka şeyler olduğunu da hissettiriyor. İsimsiz yazarımız, tüm açlığına, yoksulluğuna rağmen onurunu korumaya çalışıyor!
Kendini gerçekleştirme ihtiyacı
Knut Hamsun’un bu romanı yazmasından 18 yıl sonra dünyaya gelen psikolog Abraham Maslow’un adıyla anılan İhtiyaçlar Hiyerarşisi teorisi, insanın kendini gerçekleştirme yolculuğunu 5 basamakla anlatır. Maslow’un teorisindeki hiyerarşiyi şöyle özetleyebiliriz:
- Fizyolojik: Yiyecek, su, barınma, uyku gibi temel hayatta kalma ihtiyaçları.
- Güvenlik: Fiziksel güvenlik, iş güvencesi, sağlık gibi güvenlik ve istikrarla ilgili ihtiyaçlar.
- Ait Olma ve Sevgi : Arkadaşlık, sosyal ilişkiler, sevgi ve aidiyet hissetme ihtiyaçları.
- Saygınlık: Kendine saygı, başarı, tanınma, itibar ve diğerlerinden saygı görme ihtiyaçları.
- Kendini Gerçekleştirme: Potansiyelini gerçekleştirme, yaratıcılık, kişisel gelişim ve anlam arayışı.
Açlık’taki kahramanımızın en büyük arzusu, kendini gerçekleştirmek. Ancak daha birinci basamakta bile durmayı bile başaramıyor.
İlk basamaktan 5’e sıçramak mümkün mü?
Bu farkındalık insanı derinden üzüyor, düşünsenize; kendinizi gerçekleştirme yolunda büyük bir arzunuz var, yeteneğiniz tutkuya dönüşmüş ancak siz daha Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nin ilk basamağındasınız.
Roman boyunca isimsiz kahramanımız bana meşhur oyun karakteri Süper Mario’yu hatırlattı. Mario sıçrayarak, zıplayarak basamaktan basamağa hedefine ulaşmaya çalışır. Bizim kahramanımız da bazen 2’ye, bazen 3’e bazen 4’e hatta 5’e sıçramaya uğraşıyor. Ne yazık ki fizyolojik ihtiyaçlarının altında kaldığı için bir türlü bunu başaramıyor.
Makalesini bırakmak için gazeteye giderken pantolonunun parlayan dizleri belli olmasın diye ıslatan, cebindeki son kuruşu bile gördüğü yoksullara veren, sattığı yeleğin cebinde kalan kurşun kalemi alabilmek için sahte anı uyduran, evsiz kaldığında koltuğunun altında gezdirmek zorunda kaldığı battaniyesi anlaşılmasın diye paket yaptıran, pakette ne olduğunu sorana takım elbiselik kumaş aldığını söyleyen, kasaptan kendisi için değil de hayali köpeği için kemik isteyen, buna karşın yemek ısmarlamak isteyenlere hayır diyebilen bu adamın dramı, kurgu diye geçiştirilemeyecek kadar gerçek.
Bazen gereksiz gurur yaptığı, kibirli davrandığı için ona kızmayı düşünsek de buna hiç hakkımız olduğunu sanmıyorum. Doktor olmak isterken sanayide çırak olan çocuklara, ressam olmak isterken küçük yaşta evlendirilip anne olanlara kızmak gibi bir şey olur bu… Kim bilir kaç yetenek, kim bilir kaç yaratıcı insan kendi olamadan, aslında çıkması gerektiği o beşinci basamağa asla ulaşamadan bir ile üç arasında dönüp dolaşıyor.
İsimsiz kahramanımız bu sıkışmışlığın arasında; roman boyunca şehirde dolaşırken hem yemek bulmak, yazılarını satmak için uğraşıyor hem açlık ve yoksulluğun getirdiği acılarla boğuşuyor hem de insanlık onurunu korumaya çalışıyor. Açlıktan dolayı düştüğü zor durumlar, onun insanlık onurunu ve ahlaki değerlerini sorgulamasına neden oluyor elbette. Sonunda, Kristiania'dan ayrılmaya karar veriyor.
Soru: Kaçış mı? Yeni bir yaşam umudu mu?
İmkansız aşkın adı: Ylajali
Bunca derdin arasında romanda bir aşk hikayesi olduğunu da söylemeliyim. Yazarın Ylajali adını verdiği kadının varlığından çok metaforik anlamı önemli bizim için. Ylajali yazar için ümidin sembolü, bir kaçış umudu. Aynı zamanda roman boyunca karşılaştığımız çirkinliğin, sefaletin karşısında güzelliğin, mükemmelliğin temsilcisi. Yazarın Ylajali ile olan ilişkisi ayrı bir çözümleme konusu. Belki de tamamen hayali bir ilişki, sadece yalnızlığı telafi etme çabası.
Ve gerçek yazarın hayatı
Geldik en sona sakladığım konuya: Knut Hamsun’un hayatı. Açlık romanı ile edebiyat dünyasında bir yankı uyandıran, 1920 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan bu yazar, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sına olan sempatisi ve hatta iş birliği nedeniyle büyük eleştiri topluyor.
1859'da Norveç'in Vågå kasabasında fakir bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak doğan yazar, doğru düzgün eğitim alamamış. Gençliğinden itibaren çok farklı işlerde çalışmış bir yandan da yazmış, çalışmak için Amerika’ya gitmiş, hastalanmış, Açlık romanıyla başarı elde edene kadar epey zorlu bir hayat sürmüş. 1930’larda ülkesindeki faşist partiye katılmış, Alman kültürüne olan hayranlığı ve Avrupa'da komünizmin yükselişine olan korkusu, onun Nazi ideolojisine sempati duymasına yol açmış.
Hatta aldığı Nobel ödülünü Nazi Almanya’sının propaganda bakanı Goebbels’e hediye etmiş, ölümünün ardından yazdığı makalede Hitler'i "insanlığın savaşçısı" olarak övmüş.
Tabii bu duruma ilk tepkiyi okurları göstermiş, kitaplarını evinin önüne yığarak yazarı protesto etmişler. Savaş bittikten sonra Hamsun, işbirlikçilik suçlamalarıyla yargılanmış. Yaşlılığı, sağlık durumu göz önüne alınarak hapis cezası yerine para cezasına çarptırılmış.
Önemli olan eserleri mi, kişiliği mi?
Haklı olarak onun bu tavrı çok eleştirilmiş ve eserleri bu perspektiften yeniden değerlendirilmiş. Hamsun, 1952 yılında ölünceye kadar itibarı zedelenmiş bir yazar muamelesi görmüş. Ölümünden sonra eserleri yeniden değer kazanmış.
Son tahlilde Knut Hamsun, edebi başarıları ve politik görüşleri arasındaki keskin kontrast nedeniyle tartışmalı bir yazar. Hamsun'un durumu, sanat ve sanatçının kişiliği arasındaki ayrım, etik ve ahlaki değerlendirme gibi önemli konular üzerine kafa yormamıza neden oluyor. Hamsun'un eserlerinin edebi değeri inkar edilemese de, yazarın kişisel ve politik tutumu onun insanlığa mirası gibi düşünebilecek kitaplarına bakış açısına karmaşıklaştırıyor.
Knut Hamsun’la sınırlı olmayan bu tartışma günümüzde pek çok sanatçı üzerinden devam ediyor. Ben bir eseri yazarından bağımsız değerlendirmeye yatkınım, bir insanın edebi yönü ile diğer yönlerini ayırt etmeye çalışıyorum. Bu konudaki sınırlarım üzerine hala kafa da yoruyorum tabii.
Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Knut Hamsun’u da size tanıttıktan, insan onurunun önemini anlattıktan sonra öve öve bitiremediğim Açlık romanını okumayı düşünüyor musunuz? Ya da okuduysanız tavsiye ediyor musunuz?
(NK/HA)