Günümüzün endüstriyel mezbahalarında kesime gönderilmiş canlılar birbirlerinin gözleri önünde boğazlanır. Yanı başındaki ineğin öldürülüşünü gören başka bir ineğin dehşete kapılmadığı, gerçek bir üzüntü duymadığı, bilgisayar oyunlarındaki hayvan grafikleri gibi boş bakışlarla sıranın kendisine gelmesini beklediği varsayılır. Descartes'ın hayvanları tanrının yarattığı mekanik varlıklar olarak gösteren anlayışına uygun bu algının gerçeklikle ne denli uyuşmadığını en başta hayvanların canlarını alan mezbaha işçileri bilir de umursamazlar; çünkü bir şey hissedemeyecek denli kendi canlarından bezmiş, insani duyarlılıklarını yitirmişlerdir.
Yaşadığımız coğrafya bizleri otuz yıldır süren bir iç savaşın tanıklığına zorluyor. Ülkenin egemen kesimi, sırf tarihsel olarak daha iyi örgütlenmiş olması sayesinde kontrol ettiği devletin kolluk güçlerinden bürokrasiye kadar çeşitli aygıtlarıyla kendinden daha az ve daha geç örgütlenmiş başka bir kesimin kültürel varlığını yeniden üretmesini engelliyor, zorunlu göçlerle nüfus hareketliliğine müdahale ediyor, verilen eşitlik mücadelesinde öne çıkan bireyleri bazen kılıfına uydurarak bazen en temel yasaları ihlal ederek ortadan kaldırmaktan çekinmiyor.
Bunca can kaybı Türkiye Cumhuriyeti'nin doğusunu devasa bir açık hava mezbahasına çevirirken insan türünün kaydettiği teknolojik ilerleme, kullandığımız haberleşme araçları, insanların birbiri ardına öldüğü, zulüm gördüğü bir bölgeden evlerimiz yeterince uzak ve sakin diye orada yaşananları, verilen mücadeleyi görmezden gelmeyi olanaksız kılıyor. Buna rağmen, yaşadığımız toplumun bütününde tam da endüstriyel et sektörünün katlettiği hayvanlara yakıştırdığı bir umursamazlık haliyle bir sonraki insanın hayatını kaybetmesi anlaşılmaz bir kayıtsızlıkla karşılanır oldu.
Çoğunluğun takip ettiği haber organları iç savaşta uygulanan sistematik şiddeti görmezden geliyor. Roboski benzeri görmezden gelinemeyecek denli büyük bir vahşet yaşandığındaysa o şiddeti yüceltemeyeceğinden en azından mazur göstermeye çabalıyor. Temel amacı öğrencileri doğru soruları soramayacak denli sersemletmek olan eğitim sisteminin mezun ettiği bireyler, yiten canların sonunu ancak daha amansız bir şiddet dalgasının getirebileceğini savunan, en düz mantık ve aritmetik ilkelerine ters düşecek politikaları yadırgamaktan aciz. Tersine, bencilliğin ayıplanmadığı bir toplumsal düzende şiddet politikalarının neden daha "etkin" biçimde uygulanmadığına dair bir öfke yükseliyor.
Ne demiryolları ne çelik fabrikaları, ne barajlar ne de sulama kanalları- 20.yy'da Türkiye Cumhuriyeti'nin en büyük kaynağı ayırdığı proje vicdanlarımızın insancıllığından arındırılması, devletleştirilmesi, ileride şirketlere aktarılmak üzere kendi kontrolünde bir ekonomik teşebbüse indirgenmesidir. Futbol liginden tarımsal ürün destek cetvellerine dikkatlerini şaşmaz bir keskinlikle odaklama becerisine sahip insanların yanı başlarında otuz yıldır bitmek bilmeyen zulüm ve can kayıplarından mezbaha hayvanları kadar dehşete düşmemesi modern devletin göğsünü kabartıyor olmalı. Kurulduğu günden bu yana daha geniş katılımlı kalkışmalardan çekinen devlet, zorunlu askerlik hizmetini genç erkek yurttaşlarını- o da talihleri ölümüne savaşmaya yollanmayacak kadar yaver gittiyse- ezip sindirmek, kendi otoritesini tek tek bireyler üzerinden perçinlemek için kullanıyor. Devletin böylece insanlıktan çıkartıp "evlat" edindiği erkekler teselli ödülü olarak kalan ömürlerini kadınlar ve çocuklar üzerinde iktidar sahibi oldukları ataerkil bir düzende tamamlıyor.
"Tek Yönlü Yol"da Walter Benjamin eski bir halk inanışından söz eder: Güzel rüyalar aç karnına anlatılmamalıdır. Çünkü ağzımızdan içeri dış dünyaya ait bir varlık, bir lokma ekmek girmedikçe insan rüyalar dünyasından kopmaz, haliyle rüyanın anlatısını da bu dünyada düzgün kuramaz. Rüyasını o halde anlatmaya kalkanlar uykuda sayıklarmışçasına, aciz, anlaşılmaz biçimde dillendirebilir en fazla.
Türkiye'deki cezaevlerinde 400'ün üzerinde siyasi tutuklu 40 küsur gece önce gördükleri bir özgürlük rüyasından uyandı, o sabahtan beri de bir daha ağızlarına bir lokma koymadı. Gazeteler ısrarla onları yazmadı, televizyonlar onlardan söz açmadı. Açlıktan ölmeye başladıklarında ölümlerinden söz edecekler, gördükleri rüyadan değil. Tam da bu yüzden, onların rüyada gördüklerine tanıklık etmiş, hasbelkader o rüya dünyasından haberdar olmuş bizler sesimizi onların sesine katmak, bu özgürlüğün rüyasını onlarla birlikte duyurmak zorundayız. Yüzlercesinin niye ölmeye yattığını, rüyalarında gördükleri dünyayı bıkmadan, sabırla herkese, dinlemek istemeyenlere dahi anlatmak, devlete karşı savunmak; gördükleri rüyayı uyandıkları dünyaya taşımak için açlıktan ölmeyi göze almış bu insanlara karşı boynumuzun borcu.
Ülkenin bir köşesinde aslında koca bir mezbahanın üzerinin örtüldüğünü, ayak ucumuzun önünden kendine yol yapıp geçen kanın oradan geldiğini göstermek; bu mezbahadaki ölümlerden beslenen her kesimi, her gücü, her unsuru ifşa etmek yegane sorumluluğumuz. Başka türlü bu zulmün sonu gelmeyecek. Dünya eskidir, tarih uzundur: Yeterince zaman geçtiğinde dağda çarpışan, cezaevinde ölmeye yatanların yurtlarına kurulan mezbaha bütün bir ülkenin yüzölçümünü kapsayacak kadar genişleyebilir. Bu mezbahanın işçiliğinden kurtulmak için hiçbir zaman geç değil: Üzeri ne kadar çizilirse çizilsin insanlığımızı anımsamak göründüğünden kolaydır ve tam da o yüzden her çağda her iktidarın ödünü kopartır. (FK/NV)