"...Geçer devran, takvimler el değiştirir. Gün gelir zulüm de göçer
Zaman örter her şeyin üstünü
Uzağı gören çocuklar bilir gelecek uzun sürer..."
Murathan Mungan
Büyük özgürlük mücadeleleri yürütülürken ortaya çıkan bazı önemli uğraklar, fırsat ve tehdit potansiyellerinin eşit şansa sahip olduğu bir tarihsel zorlanmanın eşiğinde birikirler. Etki alanında bulunan bütün aktörlerin ortaya koyacağı her hamle bu tarihsel eşiğin akacağı yatağın genişlemesini ya da daralmasını sağlar. İşte uzun yıllardır Türkiye'de süregelen Kürt meselesinin ulaştığı güncel durum tam da böylesi bir tarihsel aralığa tekabül ediyor. PKK'li ve PJAK'lı tutsakların başlattığı ve sonradan birçok öğrenci, partili, milletvekili ve belediye başkanının da dahil olduğu açlık grevi bu tarihsel uğrakta önemli bir milat oluşturdu. Şimdiye kadar, süreci daha derinlikli analizlerle ortaya koyan çok önemli yazılar yayınlandı. Ben ise daha ziyade açlık grevleri ile başlayan ve bugün itibariyle 66. gününe dayanan bu sürecin yarattığı politik etki ve siyasal mobilizasyona değinmek, en nihayetinde de yazının yazılış motivasyonunu oluşturan, bu eylemle kurulan temsil ve özdeşlik ilişkisi, muhataplık durumu ve yarattığı yeni politik öznellik olanaklarının perspektif sorunlarına odaklanmak istiyorum.
Kürt hareketi yıllardır ortaya koyduğu çabaların boşa çıkarıldığı ve mücadele havzasında biriktirdiği bütün değerlerin korkunç bir manipülasyonla itibarsızlaştırılmaya çalışıldığı bir dönemde; oluşturduğu örgütlülük kültürünün doğal bir sonucu olarak radikal olduğu kadar kararlı politik bir stratejiyi de bünyesinde barındıran bir hamleye girişti. Elbette durduk yerde öylesi bir eyleme giriştiğini söylemek ve Kürt hareketini bunun üzerinden suçlamak aşağıda değineceğimiz süreci görmezlikten gelmekten öte anlam taşımıyor.
Öncelikle şunu teslim edelim: Başka birçok yazıda da ayrıntılı bahsedildiği üzere bugün Türkiye'deki cezaevlerinde 65. gününe dayanan süresiz-dönüşümsüz açlık grevine katılan binlerce tutsağın bu eylemini, neden-sonuç ilişkileri kurarak anlamlandırmak durumundayız. Öcalan ve PKK ile yürütülen Oslo Görüşmelerinin Türk hükümeti tarafından sonlandırılması, KCK davası üzerinden binlerce sivil Kürt siyasetçinin cezaevlerine tıkılması, legal siyaset alanında çalışma yürüten başta BDP olmak üzere bütün Kürt kurumlarının sürekli baskıya maruz kalması ve nihayetinde 2012 yaz ayları boyunca PKK ile Türk ordusu arasında geçen yoğun savaşın bile AKP iktidarının kontrolünde hareket eden ana akım medyada ve buna bağlı olarak da Türk kamuoyunda karşılık bulmaması; dahası bütün bu baskı, gözaltı, inkar ve şiddet durumunun adeta normalleşerek gündelik bir rutine dönüşmesi ve Türkiye kamusal alanında görünmez kılınması, Kürt siyasi tutsakların böylesi radikal bir eyleme başvurmasının en temel gerekçelerini oluşturuyor.
Böylesi radikal bir eylemselliği sadece sonuçları üzerinden değil bu sonuçları doğuran nedenleri odağa alarak anlamlandırmaya çalıştığımızda; kendi seslerini duyuramadıkları, bütün demokratik ve siyasi ifade olanaklarının ortadan kalktığı böylesi bir atmosferde kendi bedenlerini ölüme yatırarak yeniden kamusal alana çıkmaya, demokratik birer hak olan taleplerini bu şekilde gündemleştirmeye çalışan tutsakları daha iyi anlayabiliriz. Tutsaklar bu direnişleriyle aslında iktidarın ontolojik sınırına dayanmış durumdalar. İktidarın en korunaklı mekânında yani zindanda ölümü göze alarak başlattıkları bu direniş ile iktidarın bütün otoritesini paramparça etmekteler.
Genişleyen direniş çemberi
Şu tespitle başlayabiliriz: Yakın tarihte ortaya konulan ve ciddi ölümlerle sonuçlanan 1996 ve 2001 açlık grevi eylemlerine oranla yürütülmekte olan eylemin, henüz amaçlamış olduğu noktaya ulaşmamış olsa da Kürdistan, Türkiye ve özellikle Avrupa'da ciddi bir görünürlük kazandığını söylemek mümkün.
Bunda eyleme katılanların niceliksel fazlalığı, Kürt hareketinin eylemlere dikkat çekme amacıyla örgütsel gücünü harekete geçirerek dışarıda ortaya koyduğu yoğun eylemsellikler, grevi yürüten siyasi tutsakların amaca yönelik net ve insan haklarına dayalı talepler ortaya koymaları, sosyal medya araçları sayesinde bilgiye erişim fırsatlarının çoğalması ve akademik çevrelerde sayıları artan ve politik aktivizm ekseninde örgütlenmiş Kürt ve demokrat Türkiyeli aydın ve entelektüellerinin eyleme dikkat çekme ve konu ile ilgili aktörleri somut adımlar atmaya zorlayan çabalarının bir araya gelmesiyle oluşan siyasal mobilizasyonun etkisi büyük.
Greve dahil olanların aşamalı ve planlı olarak artması, kararlılıkları; dışarıdan izleyenleri harekete geçirmede önemli bir etki sağladı. Kürt hareketinin örgütlü gücü, cezaevlerinde hareket alanları kuşatılmış olan bu tutsakların kendi bedenlerini ölüme yatırarak kamusal alana çıkmalarını sağlayıcı çok önemli bir katalizör işlevi gördü. Hem kendi tabanını mobilize ederek hem de örgütlü olmasa da Kürtlere yönelik hak ihlalleri noktasında duyarlı olan demokratik kesimlerin bir araya gelerek savunuculuk yapmasını sağladı. Eylemin temel insan hakları ekseninde tartışma götürmeyen talepleri ve AKP rejiminin günden güne artan faşizan uygulamaları, ilk defa Kürt hareketine angeje olmamış farklı demokratik kesimlerin bu kadar yoğun ve savunuculuğu aşan bir aktivizm üretmelerinin de yolunu açtı.
Kürt hareketi, sokakları kuşatan bir görünürlükle yaygınlaştırdığı ve alternatif sosyal medya araçları ile desteklenen eylemi duyurma ve ilgili aktörleri harekete geçirmeye zorlayan stratejisini bu süreçte edinilen deneyimler ve oluşan enformel öğrenmelerle gittikçe genişletiyor.
En son bütün siyasi müzakere alanlarını kapayan ve eylemi marjinalize etmeye çalışan AKP'nin bu taktiğini bizzat mecliste bulunan milletvekilleri ve belediye başkanlarının bir kısmının açlık grevine dahil olmasıyla bozmaya çalışan Kürt hareketi, bir yandan da politik mücadele geleneğinin getirdiği olgunlukla siyasi müzakere kanallarını zorluyor.
Burada şunu da söylemek gerekiyor: eylemin siyasal olarak planlanma biçiminin yarattığı etkinin gücü ile sonrasında oluşacak tahribatlar arasında da doğrusal bir ilişki var. Çünkü Kürt hareketinin silahlı ve sivil alandaki en önemli kadroları ve aktivistlerinin katıldığı böylesi bir eylemin uzadığı her gün eylemci tutsakların bedensel bütünlüklerini tehdit eden ve gelecekte muhtemel sağlık problemleri riskini artıran bir aritmetikle işliyor. Bir yandan eylemin gücünün mobilize ettiği ciddi direniş çokluklarının genişlettiği çember büyürken öte yandan da bedenlerinin erimesini bu direnişe mekan tutmuş tutsakların fiziksel ve ruhsal enerjilerinin azaldığı ikili kum saati dönemindeyiz adeta.
* * *
Son olarak kısaca açlık grevleri ile başlayan süreçte özellikle eylemden yana taraf olan, eylemcilerin taleplerini savunan ya da en aşağı Türk devletinin eylemcilerin bu demokratik taleplerine kulak tıkamaması gerektiğini belirten çoklukların özellikle basın bildirileri, haber ve duyuru biçimleri ve sosyal medya üzerinden gerçekleştirdikleri paylaşımlarla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum.
Kanımca Kürt tutsakların başlattıkları bu eylemin yorumlanma ve gerekçelendirilme kısmında tersyüz olmuş bir mağdur-fail ikiliği var. Çünkü dışarının eylemi duyurma, dikkat çekme ve talepleri karşılamada muhatap olan kesimleri adım atmaya zorlamaya dönük noktalarda; tutsakların bu direnişinden doğan toplumsal hareketlilik ve bunun yarattığı dayanışma ağlarında ortaya çıkan pozitif enerjiye dikkat çekmek ve savunuculuklarını bu direniş damarı üzerinden yürütmek yerine, failin, yani tutsakları böylesi radikal bir tutuma zorlayan tarihsel koşulları oluşturan AKP'ye yönelen bir "sesimizi duy" yönelimine girdikleri görülüyor.
Burada mağdur ile fail arasındaki ilişki faile odaklı ilerlemektedir. Mağdurun eylemini görünmez kılan, o iradeyi faile endeksleyen bu bakış açısı, ortaya konulan mücadelenin ezilenlerin belleğinde oluşturduğu direniş tarihini, onun yarattığı ilhamı, daha onurlu ve özgür bir gelecek arzusunu ikincil plana itiyor.
Sadece failin bunu görmesi veya görmemesi üzerinden üzülüyor, öfkeleniyor, acı çekiyoruz. Oysaki yukarıdaki kısımlarda da anlattığımız üzere açlık grevleri ile başlayan yeni örgütlülük ağları ve uzun süredir temkinli bir savunuculuk pozisyonunda hareket eden özellikle akademi gibi çevrelerin ilk defa ciddi bir aktivizm ile ortaya çıkmaları bile bu mücadele için yeni bir katalizör işlevi görüyor, yeni momentler yaratıyor. Bu yüzden "sesimizi duy" cümlesini "gücümüzü gör" formuna dönüştürecek örgütlülük deneyimi, on yıllardır ortaya konulan mücadele geleneği ve en önemlisi grevdeki tutsakların verdiği cesaret, dilimizi yeniden kurmamızı gerektiriyor.
Elbetteki tutsakların taleplerinin karşılanmasında temel muhatap mevcut hükümeti oluşturan AKP hükümetidir. Fakat açlık grevinin 35. Gününde olan BDP milletvekili Faysal Sarıyıldız'ın yazdığı mektuptaki şu sözleri bahsettiğim perspektif sorunu ile ilgili çok önemli bir tespiti barındırıyor: "Bir bedenin tel tel dökülmesi, damla damla erimesinin ne olduğunu yaşayarak görüyoruz. Onların faşist sistemden bir beklentisi yok. Sistemin insafına terk edilmenin, ondan medet ummanın ne anlama geldiğini onlar yeterince iyi biliyor, halkımızın da bunun bilinciyle hareket etmesini istiyoruz. Halkımız sahip çıktıkça onları yaşatabilir."
Sarıyıldız'ın da dediği gibi bizler tutsakların ortaya koydukları bu direniş çizgisinin ürettiği değerleri ve yarattığı dayanışma alanlarının üzerine düşünerek, kitlelerde biriken öfkenin sokaklara kanalize edilmesini sağlayıp iktidarı baskılamayı hedefleyerek, bu eylemlerin dışarıdaki farklı çoklukların bir araya gelmesinde önemli bir tutkal işlevi görmesini sağlayıcı bir dil kurarak onları yaşatabiliriz. 65 gündür hepimizin zaman zaman en derinden yaşadığı umutsuzluğu, acıyı, öfkeyi ve çaresizliği mağdurun faile endekslenmiş zorunluluğundan çıkartarak örgütlü bir politik bilince dönüştürmek durumundayız. Ortaya konulan her pratiği direniş havzasında biriktirerek tutsakların uğruna canlarından vazgeçtikleri o "onurlu ve özgür geleceğe" ilham olmasını sağlamalıyız.
Uzağı gören o çocuklar geleceğin de ne kadar uzun sürdüğünün farkındalar ve kendi bedenlerine yönelttikleri 'yavaş ölümü' bir direniş hafızasında biriktirerek eriyorlar günden güne. Zira günden güne eriyen sadece tutsakların bedenleri değil, iktidarın içimizde birer buzdağına dönüştürdüğü korkular da aynı zamanda. Bu korkuları özgürleştirecek, sokaklardan taşmasını sağlayacak gücün duygusunu veriyorlar bizlere.
Bu yüzden tutsakların canlarıyla eşitledikleri taleplerin gerçekleşmesi için bütün gücümüzü sokaklardan taşırmak durumundayız. İktidarı taleplerin kabulüne zorlayıcı her türlü aktivizmi harekete geçirme sorumluluğumuz var. Sokaklara çıkmaktan imza kampanyaları düzenlemeye, kısa süreli sembolik açlık grevlerine girmekten Obama'ya twit atmaya, eylemler için döviz hazırlamaktan tutsakların yazdığı mektupları başka dillere çevirip yaygınlaştırmaya kadar elimizden ne geliyorsa yapmak zorundayız.
Bizlere ağır çekim bir ölüm izleyicisi konumunu reva gören iktidara inat, yaşamımızın her anını bu direnişin amaçladığı sona ulaştırıcı pratikler üreterek, yüreğimizi ve bedenimizi ortaya koyarak tutsakların bu şanlı mücadelesini omuzlamalı ve ölmelerine direnmeliyiz.
* Adnan Çelik, EHESS, Paris, Antropoloji/Doktora