KHK ile işlerinden edilen akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça, işlerine geri dönme talepleriyle Ankara'da Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı önünde 62 gündür açlık grevinde. 70 yaşındaki Kemal Gün ise oğlunun cenazesini almak için Dersim’in Seyit Rıza meydanında 74 gündür...
Açlık grevleri artık sağlıklarına kalıcı zararlar verebilecek bir aşamaya geldi.
Bu aşamada herhangi bir argümanın bir önemi ya da değeri kalmıyor. Bize düşen bu insanların taleplerini duyurmak, seslerini çoğaltmalarına yardımcı olabilmektir. Bu yazıyı yazmaktan muradım da ülkemizde gıda üretimi ve gıda güvenliği meseleleri ile uğraşan irili ufaklı pek çok örgütün, kurumun bu konulara dikkatini çekebilmek.
Bianet’e haftalardır düzenli olarak gıda güvenliği hakkında yazılar yazıyorum. Gıdalarımıza bulaşan ve az bilinen bazı zehirli kimyasal maddeleri gündeme getirmeye çalışıyorum. Amacım bu konudaki kaygıları çoğaltmak değil de gıda güvenliği meselesine farklı bir açıdan bakmamızı sağlayacak bir çerçeve oluşturabilmekti. Yazmayı düşündüğüm konular tamamlandığında meseleyi teknik ve hijyenik bir konu olmaktan çıkaran, politik atmosferi en önemli belirleyici olarak konuya dâhil eden bir çerçeve kurmayı düşünmüştüm.
Devlet şiddeti
Bazı şeyleri erkenden söyleme gereği hissettim… Bu ülkede en önemli gıda güvenliği sorunu devlet şiddetidir. Hayatın sürekli tahrip edildiği, devlet eliyle yıkıma uğratıldığı bir ülkede sağlıklı bir beslenmeden söz etmek olanaksızdır.
Bilinçli tüketiciler olduğumuzda, besleyici ve kaliteli gıdaları seçme konusunda doğru kararları verdiğimizde, falanca gıdayı değil de filanca gıdayı yediğimizde sağlıklı bireyler olacağımızı, gıda güvenliğini sağlama konusunda devletin de üzerine düşen görevleri fazlasıyla yerine getirdiğini söyleyen bir sistem var karşımızda. Medya, akademik kurumlar ve kamu kurumları bu söylemi üretiyor ve dolaşıma sokuyor sürekli.
Oysa iyi beslenme ve sağlıklı bir hayat meselesini bireyler üzerinden değil toplum üzerinden tartışmak gerekli ve bu durumda basit bir gerçek karşımıza çıkıyor: Kamu refahı fikri toplumsal hayat içinde ne kadar yaygınlık kazanmış ve vücut bulmuşsa iyi beslenme ya da sağlıklı beslenme dediğimiz olgu da o ölçüde hayatiyet kazanıyor.
Politik atmosfer
Kamu refahını tahrip eden her uygulama bir şiddet olayıdır. Şiddeti bir gıda güvencesi ve gıda güvenliği sorunu olarak da görmeliyiz. Bizim ülkemiz bağlamında konuşursak devlet şiddeti, gıda güvenliği açısından en önemli sorundur.
Şiddet dilinin egemen olduğu bir devlette gıda güvencesi veya gıda güvenliği sorunları kamunun refahını gözetecek şekilde çözülemez.
Bir tarafta şiddeti sürekli kılan politikaları uygularken diğer yandan gıdalardaki toksik kimyasalların kalıntısını azaltacak, riskleri bertaraf edecek, bebek ve çocuk sağlığını öne çıkaran ya da doğal çevrenin kirlenmesini önleyecek kamu politikalarını yürürlüğe koymak olanaksızdır çünkü. Başka bir deyişle ne istediğimiz kadar bunu kimden talep ettiğimiz ve bu kim dediğimiz otoritenin davranma biçimlerini de dikkate alan bir düşünme tarzı mutlak gereklilik gıda güvenliği sorunlarını ele almak için. İçinde yaşadığımız politik ortamı hesaba katmak gerekiyor en öncelikle.
Politik ortamı dikkate almayan bir gıda güvenliği anlayışı sonuç olarak hiç bir işe yaramayacaktır. Yaramıyor da.
Açlık grevleri ve toplumsal barış
Gıda güvenliği meselesine bakışımızın çıkış noktasını toplumsal barış oluşturmalı. Dolayısıyla toplumsal barışı sağlamaya yönelik her çaba aradaki ilişkiler her ne kadar zor fark edilir olsa da iyi beslenme ve sağlıklı olma doğrultusunda yapılmış bir çabadır aynı zamanda. Bu açıdan bakıldığında başkalarının acılarına duyarlı olmak sadece bir vicdan sahibi olmanın ötesinde anlamlara sahip olabilir. Ya da insanların vicdanları dışında bir şeylere de seslenebilen bir dil oluşturmak belki bu tatsız sessizliği bozabilir. Bilemiyorum. Ama açlık grevleri meselesine bu çerçeveden de bakabilmenin önemli olduğuna inanıyorum.
Yıllardır açlık grevleri ve ölüm oruçlarına tanık oldum. Hapishanelerde yaşayan mahkûmların beslenme ve gıda güvenliği açısından ne gibi sorunlar yaşadıklarını anlamaya çalıştım. Bir gıda mühendisi olarak beslenme, açlık sorunu, kamu sağlığı alanlarında çalışıp, kafa yormama rağmen açlık grevi ve ölüm oruçları gibi insanı çaresiz bırakan durumlar karşısında mesleğimden utanır hale geldiğim çok oldu.
Çok oldu, çünkü bu ülkede insanların en asli taleplerini dile getirmek için bedenlerini açlık grevlerine, ölüm oruçlarına yatırmaları ne kadar sık rastlanan bir şeyse Tabipler Odası dışarıda bırakılırsa gıda ve beslenme konularıyla ilgili kurumların bu konularda büründüğü sessizlik de o ölçüde sık rastlanan bir şeydi.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın sağlıklarını daha çok zora sokacak bir sürece girmelerine engel oluşturacak bir ses çıkmasını diliyorum bu kez; 70 yaşında bir babanın oğlunun cenazesine sahip çıkma arzusunun bu kadar hoyratça göz ardı edilmemesini de.
Türkiye toplumunun -bütün bileşenleriyle- AKP iktidarının yol açtığı veya açacağı sorunlar ile mücadelesinin yeni başladığını düşünüyorum. Yasa önünde eşitlik veya hukukun üstünlüğü diye bir şeyden söz etmek artık bütünüyle imkânsız. Zaten hep böyleydi de denilebilir elbet; ama bu ölçüde bir bozulma, dağılma görülmemişti. Adalet duygusu çok zarar gördü insanların ve bunun toplumda yol açacağı sarsıntıları onarmanın sancısız bir yolu olduğunu sanmıyorum. Kavgasız, gürültüsüz bir geriye dönüş mümkün olmayacak artık.
Almanya’nın Hitler faşizmi ile hesaplaşması 2. Dünya Savaşında ağır bir yıkıma uğramasına rağmen ancak 1960’lı yıllarda mümkün olabilmişti. Umarım o kadar ağır bir yıkım yaşamayız.
Umutsuzluk saçmak istemem aksine elimizden geleni yapmamız gerektiğine inanıyorum. Mücadele etmek için umuda ihtiyacımızın olmadığı zamanlar da var; bazen umudu doğuracak, çoğaltacak şey doğru bildiğimiz şeyleri yapmaya devam etmektir. Tutarlı kalabilmektir.
Daha iyi bir hayat ve barış içinde bir toplum için vereceğimiz mücadele işlerimize geri döndüğümüzde de bitmeyecek; birbirimize, “canlı” ve güçlü bir biraradalığa her zamankinden daha çok ihtiyacımız olacak. (BŞ/HK)