İzlediniz mi?
Duydunuz mu?
Güvenlik güçleri tüm Cizre'ye anons ediyor: "Hepiniz Ermenisiniz!"
Sanki bizler, on binlerle sokaklara dökülüp beyan etmemişiz gibi; bu ülkenin damarlarına dirhem dirhem, ağır ağır işlenmiş düşmanlık ve nefret nüvelerinin hedefi olan kırılmış bir halktan geriye kalanların, yalnız o halkın hayattaki çocukları olmadığını. "Ezdiğiniz, katlettiğiniz her kimse biz oyuz, evet!" dememişiz gibi sanki.
Çoluk çocuk demeden kırıma uğratmanın rüyalarını gördüğü bir coğrafyada haykırıyor sanki o silahlı memur kendi beyninde: "Sonunuz aynı olacak!"
...
Geçtiğimiz yıl Ekim ayında bir gün kaygılı bir arkadaşımın telefonuyla uyandım: "Savaş çıkıyor!" Gün, Kobanê için, o kuşatılmış kente destek amacıyla sokağa çıkan binlerin, sanki Kobanê yerle bir olsun istiyormuşçasına (yok canım, öyle değil de, hani öyleymişçesine) öfkeli ve şiddet kusan bir devletle bir kez daha karşı karşıya geldiği gündü. Polis, asker kurşunlarıyla çocuklar ölüyordu, gençler ölüyordu... Gergindik, mutsuzduk, umutsuzduk. Ama beynimizin, bu ülkenin aklı başında her ferdi gibi, lanet koşullar gereği lüzumundan fazla gelişmiş siyasi analiz yapmaya yarayan bölümü (Anterior Cingulate Cortex miydi o?) iyi çalışıyordu. Konuşmanın sonunda "savaş çıkmaz" sonucuna varmayı başardık. Çünkü güçlü bir barış iradesinin, güçlü bir savaş iradesinden daha tutarlı olduğunu biliyorduk. Çünkü, hükümeti, medyası, sermayesi ve sokaktaki şürekasıyla devlet tam tersini söylese de, Kürt halkının, çektiği acıya rağmen silaha hâlâ çok mesafeli durduğunu biliyorduk. Dahası bir beşerin iki dudağı arasında milyonlarca beşeri yöneten bir sistemin, bu sorumluluğu alamayacağını düşünüyorduk. Belki haklı da çıktık. Ortalık, seçim dönemine kadar nispeten sakindi.
O arkadaşım, belki o konuşmayı hatırlayarak yine aradı geçen hafta: "Savaş çıktı!"
Kim haksız bulabilirdi onu? İşte günlerdir ölümden, çatışmadan, şehit haberlerinden, ölmüş bedenine işkence edilip sokaklarda süründürülen gerilla haberlerinden başka bir şey duymaz olduk. Elinde silah olanlarda, elinde silahlı çocukları cephelere birbirlerini öldürmeleri için gönderenlerde itidalden eser yok. "Strateji", ağır, çok ağır bedellerine rağmen insaniyete galip gelmiş gibi görünüyor.
Bu savaşı çıkaranlar, işin bir tarafını temsil ediyor: İktidardan uzaklaşmama hırsı, özveriyle ve kalıcı barışa dayanarak yaratılmaya çalışan kısa bir zamanın ruhunu öldürmek üzere. Savaş iradesi, ara ara hasıraltına atılan, orada olduğunu hep bildiğimiz, ancak bir umutla belki olduğu yerde, ayaklarımızın altında söner gider dediğimiz korku, dehşet ve zulüm ateşini kendisini de yakma pahasına alevlendirdi. Milliyetçi hezeyana, örneklerine sık rastlamayacağımız denli izansız, vicdansız bir devlet söylemine dayanan bu sözde politikanın bedeli canlar olmaya devam ediyor.
Meseleye başka bir yerden bakmak da mümkün: Devletin savaş stratejisinin asıl sebebi olan kitlesel destek bulma gayreti, bu topluma, "Batıyoruz! Bize tutunun, batıyoruz!" mesajı vermeye dönük hezeyan siyaseti, aslına bizimki gibi toplumlarda, oynanan son koz olma özelliği taşıyor. Elden siyaset gitmiş, akıl hak getire, seçimlerde yerinden edilmişsin, seni, memleketin en büyük sorununu çözme yolunda yedek kulübesine atan bir siyasi iradeyle yüzleşmişsin, yanında yüzlerce koruma olmadan sokakta yürüyemez haldesin... Elinde olan ne varsa bir son atımlık kurşun gibi (ah, bu gerçek bir kurşun da olsa) atacaksın. Milliyetçiliğin, bu kitlesel histerinin her daim sıcak bir malzeme olduğunu biliyorsan, dahası elinde de başka bir şey kalmadıysa elbet senden öncekiler gibi bu son dala tutunacaksın. "Dış güçler" söylemi de, tabii ki her zaman olduğu gibi bu çaresizlik siyaseti tatlısının kaymağı olarak en üste yerleştirilecek.
Buradan bakınca, iktidarın derin ve çözülmez bir kriz içinde olduğunu görmek zor değil. Söylemi yerle bir olmuş, ihtirası toplumsallığının önüne geçmiş, hırsı kendisi de dâhil tüm çevresinin az biraz kalan itidalini yumruklamış muktedir, sokağın hoyrat kanunuyla son kez pazılarını gösteriyor.
Doğru, işte Cizre’de devletin gücünü gördük: Kokuşmuş, hantal ve habis bir ejderha; ağzından çıkan kara dumanı bol ateşle her şeyi son kez yakma derdinde bir varlık. Kuşattığı bölgede, kontrolü kaybetmiş olduğunun farkında olarak, hareket eden her şeyi "indiren" keskin nişancılarıyla, sivilleri öldüren silahları, toplarıyla devlet, bizim devletimiz...
Diğer yanda ise, sivil siyasetin yapabileceklerine dair şüpheleriyle Kandil duruyor. Kendisine yönelik saldırılara, belki de misliyle karşılık vererek, süreç boyunca zayıfladığını düşündüğü ikna gücünü yeniden ele alabileceğine inanıyor. Ne yazık ki agresif stratejisi, sonuçları ne olacak bilmem ama, ölümleri durdurmak söyle dursun, bu büyük krizi derinleştiriyor. Dahası, yaşananlarla ilgili olarak kendisine yönelen tüm eleştirileri "devlet aklı" olmakla itham ediyor. Haziran seçimlerinin ferah tadının damağımızda kalmasına dahi müsaade etmeden üstelik...
...
Ancak en büyük aktör halk, yerinde duruyor neyse ki. Üstelik bu kez, büyük bir kırılmanın habercisiymiş gibi dipdiri, hareketli, belki daha uyanık ve öfkeli.
İşte çocuklarını zorla askere götüren, çocuklarını siyasi hesaplarla kurşunların önüne atan sisteme isyan eden asker aileleri, bakanları cenazelerine yaklaştırmıyor. Cesaretle, bu kez "Vatan sağolmasın, çocuğum sağolsun!" diyerek.
İşte Cizre'de bir kadın, "Birbirimizi öldürsek de birbirimizden kopamayız! Yeter, biz birbirimizin kardeşiyiz! Bu dünya çok büyük, hepimize yeter!" diye bağırıyor. Sırtını silahlara yaslamadan, elinde silah olanların karşısına dikilmiş söylüyor bunları.
Gönül ister ki acı büyümeden çaresi zuhur etsin. Ama önleyici siyasetlerin değil, kısa vadeli sert ve derinlikten uzak sözde çözümlerin ülkesi Türkiye. Yine de bu kez, Cizre'nin acısı, bu yaranın ilacı olsun diye çabalamaktan başka bir yol görmüyorum bir sivil olarak. Önümüzde, gerçekleşebilmesi ihtimaller dâhilinde olan bir seçim var. Büyük acılarını ceplerine koyarak sandıklara gidecek olan milyonların iradesi, karşısında duran kifayetsiz hayaleti, bu yolda silahla değil, siyasetle gücünü giderek azalttığı bu izansız görüntüyü, çocuklarının katili olan bu hantal varlığı bir kez daha yenilgiye uğratacak.
Diğer yandan HDP'nin yarattığı heyecanı küçük görenlerin, sivil siyasetin yapabileceklerini idrak etme basiretini gösteremeyenlerin de, Cizre'de yahut coğrafyanın başka köşelerinde katledilen her sivilin hesabının, intikamının değil hesabının görülmesinin tek yolunun şeffaf siyaset olduğunu anlamasının zamanı geldi de geçiyor.
Bizi naiflikle suçlayanlara inat bağırmamız gerekiyor: "Silahlarınızın sesleri beyler, bugüne dek konuştuğumuz her şeyi bastıracak denli yüksek!"
Son olarak;
Bu ülkede “Kürt sorunu”, bugün Cizre’de vahşete tanık olan o çocukları yarın dağa çıkmamaya ikna edebildiğimizde çözülecek.
Bu ikna kabiliyetinin ve dahi böyle bir isteğin, mevcut iktidarda yahut mevcut iktidarın işe koştuğu, memurundan lümpen sokak saldırganı güruhlarına, taşeronlarda olmadığını, yazık ki asla da olamayacağını gördük. “Krizler, umut ve fırsat yaratır” gibi soğuk cümlelere başvurmamaya özen göstererek söylüyorum: İktidarın Suruç süreciyle başlattığı ve Cizre’nin, devlet mantalitesini göstermesi açısından orta yerine konumlandığı bu saldırı dalgasının ne biçimde sonlanacağı, ülkenin kaderini belirleyecek en önemli gösterge olacak. Tam da bu noktada işin büyüğü, biz sivillere düşüyor. Hayalin en iyisi önümüzdeki yollar silahlarla kesildiğinde kurulandır belki. Belki şimdi, hayalleri planlara çevirmekten vazgeçmenin değil, o hayallere daha sıkı sarılmanın zamanıdır.
Aksi halde milyonların kaderini belirleyen ipler “Hepiniz Ermenisiniz” diyenin elinde kalmaya devam edecek. (MÇ/HK)