"Şunu kimse unutmamalıdır ki bize bu acıyı çektirenler, misliyle çekeceklerdir. "
Abdullah Gül, TC. Cumhurbaşkanı
Önce Sayın Cumhurbaşkanı'na seslenerek başlayalım:
Sayın Cumhurbaşkanı, bugüne kadar yaşanan bir acıyı acılar yaşatarak ödetebilen bir fani çıkmadı. Siz de ödetemezsiniz. Çünkü kimse ödetemez: Bir acı bir acıyı, bir ölüm bir ölümü götürmez, telafi etmez, hafifletmez. Sonuç hep iki acı olur, iki ölüm olur. Bu hesapta dört işlem yoktur. Tek işlem vardır: Toplama. Acılar ve ölümler çarpılmaz, bölünmez, çıkarılmazlar. Ve tektirler, kıyaslanamazlar.
Sayın Cumhurbaşkanı Türkiye halkları acının aritmetiğini bilecek kadar bilgedir. Bu ülkede (ister gerilla olsun, ister asker olsun) evladını kaybetmiş hiçbir ana, hiçbir baba o tarifsiz acıyla kıvranırken sizden, hükümetten, siyaset kurumundan evladının canına karşılık can istemedi. Hepsi "Bu kan dursun" dedi. Acıdan kendinden geçmişken kurdukları en can acıtan en imkansız cümleleri hep şu oldu: "Bana evladımı geri verin!"
Bir cumhurbaşkanı, bir devlet, bir siyaset analara ve atalara öldürülen evlatlarını geri veremez ama öldürülmelerini engelleyebilir. Onları daha iyi, daha dikkatli koruyabilir. Sizden, devletten istenen de bu. Ama korumak karakolları korunaklı yapmak, karavanayı iyi çıkarmak, ellerine en iyi silahları vermek değildir. Korumak askerini, polisini ve sivilini hedef haline getirmeyen bir 'entegre strateji' geliştirmektir.
Hiçbir stratejinin gencecik insanları bozuk para gibi harcamaya hakkı yok. Bizim yeni can kayıplarına müsaade etmeyen, bize çocuklarımızın değerli olduğunu gösteren bir 'entegre strateji' peşinde bir siyasete ihtiyacımız var.
Şimdi 50'ye yakın canın yitirildiği dünkü olaylara bakalım:
Öncelikle bir halkın anadilinde yaşamasına izin vermiyorsan kazanma ihtimalin yüzde sıfırdır. Ejderha olsan kâr etmez. İstersen dünyanın en gelişmiş ordusu sende olsun (ki Türkiye'de değil), istersen dünyanın en zengin ülkesi sen ol (ki Türkiye değil).
Eğer bir halkın taleplerini politika yaparak dile getirmesinin önünü cebirle kapamışsan, o halk "Allahım ben ne kadar kadersizim" diye oturup ağlamaz, politika yapmanın başka yollarını arar. Bunlardan biri de silahlı mücadeledir. Bu otuz sene önceki cümleydi.
Otuz sene sonra, sekiz yıllık iktidarının boyunca anayasa değişikliği yapacağın son döneme kadar müzakerelerle, ateşkes çağrılarıyla oyaladığın silahlı harekete hava saldırıları ve kara operasyonları düzenlersen ve o hareketin silaha yüz çevirmeyen sivil karşılığını topluca derdest edip cezaevine göndermeye kalkışırsan:
Birincisi, Kürtler onlara bıraktığın tek dilde konuşmak zorunda kalacaklarını bilirsin;
İkincisi, anayasa süreciyle artık son düzlüğe girdiğini düşündüğünü gösterirsin;
Üçüncüsü, 'profesyonel bir takiyeci' olduğun çıkar ortaya;
Dördüncü, karşında muhalefet olarak "maalesef" yalnızca Kürtlerin kaldığını teyit etmiş olursun;
Beşincisi; Kürtlerle devlet arasında var olan güven krizini iyice azdırırsın, ülke bölünmese de halkların çözüldüğüne tanık olmak durumunda kalırız.
Altıncısı ve sonuncusu, bu 'entegre strateji'yle en nihayetinde kaybedeceğinin farkında olmadığın görülür. Giriştiğin işin bir sorunu çözmek değil bastırmak olduğunu muhataplarının da gördüğünün farkında değilsindir. Bastırılan sorunun başka bir yerden fışkıracağını bilmezden gelirsin.
Çukurca'da olmazsa başka bir yerde olacaktı saldırı. 24 asker can verince infial oldu ama 24 gün boyunca her gün bir can kaybı olsa bir şey olmayacaktı ki bölgede yaşanan budur. Son saldırı hesaba katılmadan son 24 günde 24'ten çok daha fazla asker ve polis hayatını kaybetti.
Şu anda AKP hükümeti saldırılardan başka yol bırakmayan bir 'entegre strateji 'uyguluyor. Bu 'entegre strateji'yi uygulayanlar şimdi halktan sabırlı olmalarını, düşmanların oyuna gelmemelerini istiyorlar. Altını çiziyorlar: "Terörle mücadele uzun soluklu iştir..."
Ve tuhaf şeyler oluyor. Türkiye'nin bugüne kadar terörün arkasında olmakla itham ettiği ülkelerden başsağlığı, dayanışma mesajları geliyor. İran'a ve Suriye'ye dirsek çıkan Türkiye'nin bu 'entegre stratejisi'ne dışarıdan destek verecek yeni müttefikleri kendilerini gösteriyor: Fransa, NATO, ABD.
Başbakan saldırının ardından yaptığı açıklamada 'devlet' namına konuşmuyor 'bu iktidar ve millet' namına konuşuyor, Muhalefete gözdağı veriyor, medyadan duyarlı davranarak bu 'entegre strateji'ye katılmasını rica ediyor: "Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde..."
Cumhuriyetin ilanının üzerinden neredeyse 90 yıl geçti. Hala bölünme korkusuyla provoke ve manipüle edilen geniş bir kamuoyu var. Dağına taşına "Ne mutlu Türküm diyene" yazılmış, dört bir yanda en yüksek noktaları devasa bayraklarla donatılmış bir ülkede yaşıyoruz.
Tanpınar'ın takriben altmış yıl önce sarf ettiği şu sözleri yeniden hatırlayalım, lakin okurken 'Türk milleti'ni 'Türkiye halkı, 'cemiyet'i de 'devlet' olarak okumakta fayda var : "Eğer ferde ait bazı tabii hakların bile peşinde koşmamışsak, bu daimi bir tehlike içinde yaşamamızdan gelir. Türk milleti, iki yüz sene muhasara edilmiş bir kale nizamiyle yaşadı. Muhasara şiddetlendikçe ferd kendini cemiyete bağışladı."
Bizi daha ne kadar bölünme tehlikesiyle kandıracaklar? (BK/HK)